Küresel ısınma, hızla artan nüfus ve kirlenme nedeniyle dünyanın kullanılabilir su kaynaklarının giderek azaldığına dikkat çeken uzmanlar, gelecekte suyun petrol ve altın kadar değerli olacağını vurguluyorlar. Buna göre, gelecekte devletler su yüzünden birbirleriyle savaşa girmekten kaçınmayacak.
Güçlü Özgan
Dünyamızın yüzde 70’i suyla kaplı ancak bunun yüzde 97.5’i tuzlu su yani deniz suyu. Geri kalan yüzde 2.5’lik dilim içme suyunun yüzde 68.7’si de buzullarda hapsolmuş durumda. Geriye ise yüzde 2.5’luk dilimin yüzde 31.3’ü kalıyor. Yani insan için hayati olan su kaynakları dünyadaki suların sadece yüzde 0.77’sini oluşturuyor. Dünyada 1.2 milyardan fazla insan günümüzde temiz içme suyu imkanlarına sahip değil. 2.6 milyar insan ise sağlıklı kanalizasyondan mahrum. Dünyadaki karaların yüzde 44’ünde bugün ciddi bir içme suyu sıkıntısı yaşanıyor. Birleşmiş Milletler 2000 yılında içme suyuna sahip olmayan nüfusun yarı yarıya indirilmesi hedefini önüne koymuştu. Araştırmalar 2015 yılında BM’nin bu hedefine ulaşabileceğini gösteriyor ama BM’nin kanalizasyonlar konusundaki hedeflerine ise ulaşması zor. Dünyadaki su sıkıntısının en çok etkileyeceği alanlardan biri tarım. Dünyadaki su kaynaklarının yüzde 70’i bugün tarım alanlarının sulanmasında kullanılıyor ve giderek artan talep nedeniyle çiftçiler 2050 yılında yüzde 60-90 arasında değişen oranlarda daha fazla suya ihtiyaç duyacak. Bir kalori gıda üretmek için bugün 1 litre kadar suya ihtiyaç duyuluyor. Normal bir insanın günde 3 bin kaloriye ihtiyaç duyduğu düşünülürse sadece 1 insanın beslenmesi için 3 bin litre suya ihtiyaç duyuluyor. 1 kilo un üretimi için yaklaşık 500 litre su gerekirken, 1 kilo etin üretimi için ise yaklaşık 10 bin litre su harcanıyor.
Küresel ısınma, hızla artan nüfus ve kirlenme nedeniyle dünyanın kullanılabilir su kaynaklarının giderek azaldığına dikkat çeken uzmanlar, gelecekte suyun petrol ve altın kadar değerli olacağını vurguluyorlar. Buna göre, gelecekte devletler su yüzünden birbirleriyle savaşa girmekten kaçınmayacak. Dünyada su kaynaklarının kullanımı konusunda büyük bir adaletsizlik olduğu bir gerçek.
Bir ABD’li günde ortamala 500, bir İngiliz ise 200 litre su kullanırken, bazı Afrika ülkelerinde kişi başına düşen günlük su miktarı 10 litreyi bile bulmuyor. Su da petrol gibi küresel olarak adaletsiz dağılmış durumda. Kimi ulus devletler su zengini iken, kimileri ise kuraklık bölgesinde.TÜRKİYE DE RİSKLİ BÖLGEDE
Gezegenin üçte ikisini oluşturan suyun yüzde 97.5’i tuzlu olduğu için insanlar tarafından kullanılamıyor. Tuzlu suyu içilebilir suya çevirmek son derece maliyetli. Kullanılabilir su bu kadar az olunca, su kaynaklarının bulunduğu noktalar daha da kritik hale geliyor. Çatışma riski taşıyan su havzaları arasında Türkiye de sayılıyor.Türkiye’nin, Fırat Nehri üzerinde inşa ettiği baraj nedeniyle geçmişte Suriye ile sıkıntılar yaşadığını hatırlatan gazete, gelecekte de benzer sorunlar yaşanabileceği öngörüsünde bulunuyor. İsrail, Ürdün ve Filistin arasındaki Ürdün Irmağı problemi, dünyanın en kalabalık nüfusu ve ordularına sahip ülkeleri Çin ve Hindistan’ın Bramaputra Nehri üzerindeki anlaşmazlıkları; Ganj Nehri nedeniyle Hindistan ve Bangladeş’in uzlaşmazlıkları; Etiyopya ve Mısır’ın Nil Nehri ihtilafı da gazetenin çatışma tehlikesine dikkat çektiği yerler arasında buluyor
SU SAVAŞLARI
John Bulloch, Adel Darwish’in kaleme aldıkları “su savaşları” adlı kitapta dünyanın geleceğini bekleyen riskler son derece detaylı bir şekilde anlatılıyor. Buna göre; yüzde 80’nini kıraç arazilerin oluşturduğu bölgede yaşayan milletlerin geçim kaynaklarının tarım olduğu Orta Doğu’da, su hayati öneme haiz stratejik bir madde. Bu bölgedeki ülkelerin büyük bir bölümü su fakiri. Su ihtiyaçlarının giderilmesi kaynağı kendisinden başka ülkelerde bulunan akarsulara bağlı. Bu bağımlılık su kaynaklarını elinde bulunduran ülkeye avantaj sağlamakta. Suyun paylaşımı ülkeler arasında gerginliğe ve neticede savaşa dönüşebilmekte.
Su Savaşları kitabında Türkiye ile ilgili son derece ilginç bir tespit de yer alıyor:
Bilim adamları 2000 yılı itibarıyla pek çok ülkenin kişi başına kullanılan su miktarı değerlendirildiğinde 1975’de kullandıkları suyun yarıya ineceğini hesaplamakta.
Bölgede 1967’de ki Arap-İsrail savaşı 1970’de Ürdün’deki iç savaş, 1978 Lübnan’ın işgali ve Türkiye’de 1983’ten bu yana devam eden terörist faaliyetlerde, Sudan’daki Kuzey-Güney çatışmalarında su paylaşımının büyük rolü vardır.
John Bulloch, Adel Darwish’in çalışmasında gelecekte dünyayı bekleyen su savaşlarının olası patlama noktaları şöyle anlatılıyor:
ÜRDÜN HAVZASI
Havzada en önemli su kaynağı Golan Tepeleri’nden çıkan Şeri-a Nehri ve Onun kollarıdır. Şeri-a Nehri sularının kullanımında Ürdün, İsrail, Suriye arasında zaman zaman problemler yaşanmaktadır. İsrail’in Batı şeria’da yerleşim alanları kurmasının temel nedenlerinden bir tanesi’de Şeria Nehrinin sularından daha çok yararlanma isteğidir.
GÜNEY DOĞU ANADOLU PROJESİ (GAP) :
Bu projenin ilk ayağı olan Atatürk Barajı 25 Temmuz 1992 günü elektrik üretimine başlamıştır. Türkiye’nin tüm elektriğinin 1/5’ini üretmekte ve 20.000 km²’lik alanı sulanabilir arazi haline dönüştürmektedir. Bu projeyle bölgenin sosyo-ekonomik durumunun değiştirilerek bölge halkına daha çok refah götürülmesi amaçlanmaktadır. Ancak projenin gündeme gelmesi ile birlikte Türkiye’nin Güney Doğu’sunda, özellikle Suriye tarafından desteklenen, silahlandırılan ve zaman zamanda İran ile Iraktan yardım gören PKK’nın kullanılmasıyla terörist faaliyetler başlamıştır. Bu Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehir sularının dizginlenmesi projesine, Suriye’nin cevabıdır.
NİL-MISIR’IN BAŞLICA GÜVENLİK KONUSU : NİL
Mısır için, başlıca hayat kaynağı olan Nil Nehrinin güvenliği birinci derecede güvenlik sorunudur. Nil’e yönelik her tehdit Mısır Yüksek Komutanlığı’nın parlamento onayını beklemeden askeri karşılık vermesine izin verir.
Mısır bu konuda öylesine hassastır ki 1977’lerde ilk defa başkan Enver Sedat’ın İsrail ziyareti esnasında gündeme gelen Nil Nehri sularının İsrail’e taşınması projesi başkan Sedat’ı vatan haini suçlaması ile karşı karşıya bırakmış, kendisine ihtilal girişiminde bulunulmuş ve nihayet radikal İslamcı örgütler tarafından öldürülmesinde bu projenin rol oynadığı değerlendirilmiştir.
MISIR VE ETİYOPYA
Etiyopya Nil Nehri’nin kaynaklarının bulunduğu ve Yukarı Nil Havzası’nı kontrol eden bir ülkedir. Yakın zamana kadar Etiyopya’nın Nil sularını dizginleyecek olanağı ve arzusu olmadığından hiç bir önemi yoktu. Şimdilerde millet olarak bütünlüklerini sağlamış olmaları nedeniyle İsrail ile iş birliği kurarak gerektiği taktirde Sudan ve Mısır’a zarar vermeyi elinde tutmaktadır.
MISIR VE SUDAN
Mısır ve Sudan Nil Havzası’nda birbirlerine muhtaç iki Arap ülkesidir. Bu nedenle özellikle Mısırlı liderler sudan ile ilişkileri daima üst seviyede tutmuşlar ve uluslararası her platformda Sudan’ı desteklemişlerdir. Örneğin; 1980 yılında Çad’a müdahale eden ve baskıncıları Güney Sudan’a girmeye özendiren Libya lideri Kaddafi’yi şöyle uyarmışlardı’’ Sudana karşı bir operasyon durumunda hemen Sudan’ın yanında olacağız’’
ARAP YARIM ADASI
Arap yarımadası ülkelerinde akarsu yoktur. Su ihtiyacı yeraltı sularından, büyük ölçüde de deniz suyundan arıtma yoluyla elde edilmektedir. Su arıtma tesislerinin yatırım maliyetleri yüksek olmanın yanı sıra, dış tehditlere karşıda son derece hassastır. Bu nedenle su ihtiyacının ithal edilmesi yoluyla karşılanması bir dönem düşünülmüştür. Projenin Arap Ülkelerini, su ihraç eden ülkelere bağımlı kılacağı gerekçesiyle gündemden kalkmıştır.
OBSERVER’IN RAPORU
22-Şubat-2004’de Observer gazetesi tarafından bir rapor yayınlandı. Yayınlanan bu rapor, Pentagon’a sunulan gizli raporun özetiydi. Pentagon’un Savunma Danışmanı ve konusunda dünyanın önde gelen araştırmacılarından olan Andrew Marshall ve Peter Schwartz tarafından hazırlandı.
Kimilerine göre bu rapor, toplumları yakın gelecekte yaşanabileceklere hazırlamaktı. Bu senaryoları bir kenara bırakarak, rapordaki ilginç detayları şöyle sıralayabiliriz.
Gelecekte yapılacak savaşlar ideoloji, din, milli çıkarlar için değil hayatta kalmak için yapılacak
2010-2020 arası Avrupa şiddetli iklim değişikleri ile karşılaşacak ve yıllık sıcaklıklar 6 derece düşecek. İngiltere’nin iklimi Sibirya’yı andıracak ve kurak hale gelecek.
Savaşlar ve açlık yüzünden milyonlarca insan ölecek ve bu nüfus azalışı dünya nüfusunun azalan tarım rekolteleri ve su kaynakları ile doğru orantılı olarak devam edecek.
İsyanlar ve bölgesel savaşlar Hindistan, Güney Afrika ve Endonezya’yı paramparça edecek.
Su en büyük savaş nedeni olacak. Nil, Amazon ve Danube nehirlerinin suları için savaşlar çıkma ihtimali çok yüksek.
20 yıl içinde Dünyanın şu andaki nüfusu beslemesi imkansız hale gelecek.
ABD ve Avrupa gibi zengin bölgelere yiyecek bulamayan milyonlarca mülteci akacak ve bu bölgelere sayısız gemiyle gelen bu insanlar büyük sorun olacak.
Atom bombası kullanımı kaçınılmaz olacak. Japonya, G.Kore, Almanya, Iran, Mısır, K.Kore, İsrail, Çin, Hindistan, Pakistan gerekirse atom bombası kullanacaklar
2010 yılında ABD ve Avrupa’da senelik 35 derece ve üstü sıcak olan gün sayısı yüzde 30 artacak. İklim değişikliği bütün ekonomiyi etkileyecek ve kuraklık tarım rekoltelerinde büyük düşüşlere sebep olacak.
Subtropikal bölgelerdeki 400 milyon insan ölüm riskiyle karşı karşıya kalacak.
Kuzey Avrupa’dan bilhassa İskandinavya’dan güney Avrupa’ya büyük insan göçleri başlayacak. Güney Avrupa Afrika’dan gelen milyonlarca mülteci ile başetmek zorunda kalacak.
Şiddetli kuraklılar dünyanın tahıl ambarı olan bölgeleri etkileyecek, buna ABD’nin orta batı bölgeleri de dahil. Kuvvetli rüzgarlar ve kuraklık bu bölgelerde erozyona yol açacak ve bu da tarımı etkileyecek.
Çin kalabalık nüfusunu besleyemeyecek ve Bengaldeş’in büyük bölümü deniz seviyesinin yükselmesi sonucu oturulamaz hale gelecek
10 YILLIK SAVAŞ SENARYOLARI
2010-2020 arası senaryolar :
Avrupa :
2012 : Aşırı Soğuk ve kuraklık İskandinavya’da oturan güney Avrupa’ya göç etmeye zorlayacak , ama AB tarafından geri çevirir.
2015 : AB içindeki su ve gıda sıkıntıları küçük çaplı çatışmalara yol açacak ve diplomatik gerginlik baş gösterir.
2018 : Rusya AB’ye katılır ve petrol rezervlerini AB’nin kullanımına açar.
2020 : AB içinde Hollanda ve Almanya gibi kuzey ülkelerinden İspanya ve İtalya’ya göç başlar.
Asya :
2010 : Bangladeş , Hindistan ve Çin arasında sınır çatışmaları çıkacak ve Burma’ya mülteci akını olacak.
2012 : Bölgesel çatışma ihtimali Japonya’yı silahlı kuvvetlerini olası müdahaleler için alarm haline geçirtecek.
2015 : Japonya ve Rusya , Sibirya ve Sakalin bölgelerindeki enerji havzaları için anlaşmaya varacaklar.
2018 : Çin petrol boru hatlarını teröristlerden ve hırsızlardan korumak için Kazakistan’ı işgal eder.
ABD
2010 : Su anlaşmazlıkları yüzünden Kanada ve Meksika ile tansiyon artar.
2012 . Karayip adalarından Meksika ve güneydoğu ABD’ye mülteci akını başlar.
2015 : Avrupa’dan ABD’ye mülteci akını olur. (çoğunlukla varlıklı kesim)
2018 : ABD , Meksika ve Kanada ile ortak güvenlik sistemi kurar.
2020 : ABD kuvvetleri Güney sınırlarını mültecilerin geçememesi için kontrole alır.
2020-2030 arası senaryolar
Avrupa
2020 : Su ve mülteciler nedeniyle sınır çatışmaları çıkar.
2022 : Ren nehrinin kullanımı nedeniyle Fransa ve Almanya arasında sınır çatışmaları çıkar.
2025 : AB dağılma noktasına gelir (not : bizde AB dağılırken birliğe katılırız !!!)
2027 : Kuzeyden gittikçe artan sayıda mülteciler Güney Avrupa’nın yanısıra Cezayir , Fas , Mısır ve İsrail’e akın eder.
2030 . Avrupa nüfusunun yüzde10’u başka yerlere göç eder.
Asya
2020 : Güney doğu Asya , Burma , Logos , Vietnam , Hindistan , Çin arasında çatışmalar çıkar.
2025 : Çin’de kötüleşen şartlar nedeniyle iç savaş çıkar.
2030 . Rusya enerji havzaları yüzünden Japonya ve Çin arasında tansiyon artar
ABD
2020 : Petrol fiyatları Körfez ve Hazar havzalarında çıkan savaşlar dolayısıyla artar.
2025 : Suudi Arabistan’da çıkan iç savaş Çin ve ABD donanmalarını karşı karşıya getirir.
BM’NİN RAPORUNA GÖRE 2025’TE TÜRKİYE SUSUZ KALABİLİR
Dünyada su zenginliği kişi başına 10 bin metreküple ölçülmektedir. Bu oran Türkiye’de 1.830, Irak’ta 2.110, Suriye’de 1.420, İsrail’de 300 metreküp civarındadır. Nüfus yoğunlukları, gelişme hızları hesaba katılırsa su zengini olmadığımız, ama şimdilik kendimize yettiğimiz görülmektedir. Türkiye kasıtlı olarak su zengini bir ülke olarak lanse edilmektedir. Türkiye’nin yıllık toplam su potansiyelinin 186 milyar metreküp olduğu, sadece Tuna Nehri’nin yıllık su potansiyelinin 206 milyar metreküp olduğu kıyaslanırsa su bakımından zengin olmadığımız meydana çıkacaktır. Zenginmişiz gibi göstermekle Irak ve Suriye ile aramız daha derin kin, intikam ve nifak tohumlarıyla açılmak istenmektedir.BM’nin hazırladığı Su Raporu’na göre Türkiye 2025 yılında su sıkıntısı çekecektir. Ayrıca 2040 yılında ise elindeki su rezervleri yüzünden Türkiye’ye savaş açılacaktır. Aynı teşkilat Su Zirvesi nedeniyle bir rapor hazırlamış. Bu raporda Türkiye ile ilgili çarpıcı tahminler yer almaktadır. 2I. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda büyük bir sıkıntı çekileceği belirtilmektedir. Kritik tarihler ise 2005, 2025, 2040. Şu anda dünya üzerindeki 188 ülkenin 50’sinde kullanma suyu sıkıntısı çekilmektedir. 2005 yılının kuraklık için dönüm noktası olduğu kaydedilmiştir. Türkiye 2005 yılından itibaren kuraklığın baş göstereceği ülkelerden birisi. Su sıkıntısı Türkiye dışında Arap yarımadası, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayacak.BM raporu 2040 yılını Türkiye için ‘Kritik Yıl’ olarak görüyor. Aynı yıllarda Suriye ile Irak su sıkıntısından kırılacak, tarlalarda ekin yetişmez hale gelecek. Dicle ve Fırat Nehirleri Türkiye’nin can damarı haline gelecek. BM, bu tarihte bölgede sınır aşan nehirler yüzünden savaşların çıkmasından şüpheleniyor. Irak ve Suriye’nin ‘Hiç düşünmeden’ Türkiye’deki barajlara füze saldırısı düzenleyeceği de ihtimaller arasında denilmektedir.Türkiye, Ortadoğu’nun önemli su kaynaklarını elinde tutan ve kontrol eden bir ülke olması hasebiyle sürekli bir tehdit altındadır. İsrail, Lübnan ve Suriye arasında çok ciddi anlaşmazlıklara neden olan Golan Tepeleri’nin en büyük stratejik öneminin bölgenin sahip olduğu su kaynaklarından teşekkül etmesidir. Su kıtlığı devam ettiği sürece İsrail’in Golan Tepeleri’nden çekilmeyeceği aşikardır. Litani Nehri Lübnan’a hayat vermektedir. Bu nehirle birlikte irili-ufaklı başka su kaynaklarını da içinde bulunduran Lübnan’da verimli bölgelerde yaşayan ve yönetimde söz sahibi olan Hıristiyanlarla, Litani Nehri Havzası’ndan uzakta yaşayan Müslümanlar ve Filistinliler arasında Suyun paylaşımı için kavgalar sürmekte ve derin anlaşmazlıklar yaşanmaktadır.
11 Nisan 2008 Cuma
Gündemi doğru okumak…
İçinden geçtiğimiz süreci doğru okuyabilmenin önemli bir şartı da kendimizi bilgi kirliliğinden mümkün olduğunca korumak. Bilgi kirliliği teknik anlamda, bir konudaki normalden çok sayıda bilginin birbiriyle çelişiyor olması olarak özetlenebilir. Bu durum insanın karar verme sürecini oldukça yavaşlatırken, problem çözme yeteneği de azalır. Bu da insanın düşünmez hale gelmesine neden olur.
Güçlü Özgan
Bilgi kirliliği, dezenformasyon, psikolojik harekat… Her nedense içinden geçtiğimiz süreçte yaşananlar, Türkiye’nin alışılmamış gündemi bu kavramları sık sık akla getiriyor. Kendimizi komplo teorilerinden ne kadar da uzak tutmak istesek de, şartlar bizleri henüz sonu bilinmeyen senaryoların içerisine çekiyor. Özellikle gazete sayfalarına yansıyan-yansıtılan haber-yorumlar kafaları oldukça karıştırıyor. Bu dönem eksikliğini en çok hissettiğimiz şey doğruluğuna koşulsuz inandığımız haberler. Gözümüzü, kulağımızı ve aklımızı nereye çevirsek, görmemiz, duymamız ve düşünmemiz gerekenler empoze edilmek isteniyor adeta.
Gelişen iletişim teknolojisi, sonsuz-sınırsız bilgiyi aklımıza döküyor. Hangi bilginin, nereden geldiğinin, ne için verildiğinin, doğru olup olmadığının sağlamasını yapabilmemizin ise mevcut şartlarda imkanı yok. Bize doğru haber vermesini beklediğimiz medya araçlarının birbirlerine yönelttikleri suçlamalar da kafaları iyice karıştırıyor. Bu bilgi karmaşasının üstesinden gelmenin bir yolu yok mu? Önümüze konan bilgilerin kaotik rüzgarına kapılmamak ilk şart. Eğer iddia edildiği gibi bir çarpıtma varsa, bunun neden yapıldığını bilmek, en azından bunu tahmin etmek de işimizi kolaylaştıracak bir detay. Eğer birileri bunu bilinçli yapıyorsa, kamplaşmayı körüklüyor, kurumları zedeliyor, cumhuriyetin altına dinamit yerleştiriyorsa her sabah gazete sayfalarına, her saat başı televizyon haberlerine yansıyan bilgileri birey olarak iyi ve doğru okumamız şart. Bunun içinse, kitle iletiştim araçlarının toplumların eğilim ve tercihlerini nasıl etkileyebildiğinin de farkına varmak gerek elbette. Ve istendiği taktirde, bu araçların belli bir amaca yönelik olarak yönlendirilebileceğinin…
Bu noktada karşımıza bilgi kirliliği, dezenformasyon, psikolojik harekat gibi kavramlar çıkıyor. Gündemin değişkenliği içinde, hemen her gün siyasal ve toplumsal dengeleri etkileyecek yeni haberlerin patladığı bu süreçte elbette tartışılmaz doğrulara ulaşabilmemizin imkanı yok bu sayfalarda. Ama şunu yapabiliriz… Oyunun kurallarını, daha önce nasıl ne nerelerde sergilendiğini hatırlayarak, bugünün senaryolarını daha anlar noktaya gelebiliriz. Bu da bir tür kitle iletişim araçlarını kullanma kılavuzu olarak elinizin altında durur.
Psikolojik harekat yöntemiyle büyük halk yığınlarını etkilemekte kullanılan en büyük ikna tekniği "kabullendirilmiş genellemeler". Buna göre yönlendirilmek istenen insanların dünyayı kendilerine sunulan kalıplara göre görmesi ve buna göre hareket etmesi sağlanıyor.
Psikolojik harekat, propaganda ve ajitasyon yöntemlerini kullanarak, şiddetin varlığından çok, onun meydana getirdiği korku psikozuyla zihinlerde, davranışlarda, duygularda etki yaparak hedef kitle veya birey üzerinde arzuların yapılmasına yönelik uygulanan bilimsel ve teknik faaliyetlerin desteklediği çalışmalar olarak tanımlanabilir..İlk defa 1951 yılında Webster sözlüğünde “İkinci Dünya Savaşı’nda yürütülen Alman faaliyetleri” olarak tanımlanıyor. Burada kastedilen faaliyetin detaylarına bir göz atalım…
…1935`in ortalarından itibaren Almanya ciddi bir sosyalist devrimle yüz yüze gelmişti. Bir yanda Naziler, diğer yanda Sosyalistler… Hitler, Nazi SS komutanları toplantısında Himler`in ortaya attığı öneriyi hemen kabul etti. Alman Parlamento Binası yakılacak ve bunu komünistlerin yapacağı söylenecek, bunun sonunda bir sürek avı başlatılarak tüm solcular kurşuna dizilecektir. Yangını Naziler çıkarır, Hitler yangının yanında "ulusumuza uzanan hain eller kırılacaktır" der. On binlerce solcu, aydın, sanatçı kurşuna dizilir. Ve en önemlisi daha 2. Dünya Savaşı başlamamıştır. Alman sermayedarlarının Hitler`i neden bu derece hararetle destekledikleri sorusu da yanıtını bulmuştur. Üstelik 2. Dünya Savaşı da zaten hayali bir şekilde Polonya`nın, Almanya işgali ile başlamıştır…
Daha sonraki yıllarda uzmanlar tarafından hassasiyetle durulması gereken bir çalışma olarak karşımıza çıkan psikolojik harekat, aslında insanlığın var oluşundan beri değişen zaman, mekan ve olaya göre uygulandığı bilinmekte. Psikolojik harekatın uygulayıcı ile hedef aldığı kitle arasındaki ilişkilerin boyutu açısından değerlendirildiğinde üç alanda faaliyet gösterdiği ortaya çıkmaktadır: Tarafsız çalışmalar, düşmanca tavır, dost gruplara yönelik psikolojik harekat faaliyetleri…
TÜRKİYE’NİN EKSİKLİĞİ
Olaylar Türkiye perspektifinden değerlendirildiğinde de ilginç detaylarla karşılaşıyoruz. Bakın Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen (Cumhuriyet Strateji Dergisi - 7 Ağustos 2007) kaleme aldığı bir makalesinde, ABD Psikolojik Harekat Stratejisi’ne dikkat çekerek, burada kendi çıkarlarını halkla ilişkiler yönüyle korumanın yöntemlerini ve araçlarını sıralandığını belirtiyor. “ABD psikolojik harekat stratejisinin en ilginç bölümünü ise stratejik hedef kitleyi açıklayan kısım oluşturuyor. Stratejide, ‘kilit etkileyicilerin’ düşünceleri ile toplumda dalgalanmalar yaratabilen kişiler olduğu belirtiliyor ve bu kapsamda etki altına alınacak kişiler içinde din adamları, eğitimciler, gazeteciler, kadın liderler, işadamı ve işçi liderleri, politika liderleri, bilim adamları ve askerler sayılıyor.”
Eslen, makalesinde ABD Psikolojik Harekat Stratejisi’nin detaylarını anlattıktan sonra, “ABD'nin stratejisi bu konuda Türkiye'de ne gibi çalışmalar yapıldığı” sorusunun akla geldiğini belirtiyor. Bundan sonra da şu dikkat çekici soruları sıralıyor:
* Türkiye'nin psikolojik harekat (halkla ilişkiler ve stratejik iletişim) politikası (policy) var mı?
* Türkiye'nin bu politikaya uygun olarak geliştirilmiş "psikolojik harekat stratejisi'' var mı ve uygulanıyor mu?
* Türkiye'nin ulusal çıkarlarını ve bu kapsamda "kilit etkileyicilerini'' ve "hassas nüfusunu'' da dış etkilemelere karşı koruyan "psikolojik harekata karşı koyma'' stratejisi var mı, varsa uygulanıyor mu?
* Türkiye'de psikolojik harekat ve psikolojik harekata karşı koyma stratejilerini geliştirmede ve uygulamada eşgüdümü sağlayacak bir birim var mı, varsa çalışıyor mu?
* Türkiye'de dış güçlerin etki altına girmiş olan bu amaçla çalışan "kilit etkileyiciler'' biliniyor ve takip ediliyor mu?
* Türkiye'de bölücülüğe karşı uygulanması gereken devlet stratejisini destekleyen "bölücülüğe karşı psikolojik harekat stratejisi var mı, varsa uygulanıyor mu?” BİLGİ KİRLİLİĞİ
İçinden geçtiğimiz süreci doğru okuyabilmenin bir başka şartı da kendimizi bilgi kirliliğinden mümkün olduğunca korumak. Bilgi kirliliği teknik anlamda, bir konudaki normalden çok sayıda bilginin birbiriyle çelişiyor olması olarak özetlenebilir. Bu durum insanın karar verme sürecini oldukça yavaşlatırken, problem çözme yeteneği de azalır. Bu da insanın düşünmez hale gelmesine neden olur. Şimdi son dönemde yaşadığınız bilgi bombardımanını düşünerek bundan önceki satırları yeniden okuyun…
Bilgi kirliliği somut bir durum olmadığından onu temizleyecek bir madde de yoktur. Bilgi kirliliği ilgili konuda birbiriyle çelişen bilgilerin azaltılmasıyla ancak giderilebilir.
Sonuç olarak, insan olmanın önemli bir özelliği olan düşünme özelliği kullanılmazsa, bilgi kirliliği oluşacaktır. Bu da zamanla insanın düşünme yetisini kaybetmesi demektir. Düşünmeyi sağlamak ve ilerletmek için daha fazla düşünmeliyiz.
Şunu da unutmamak gerekli: televizyonların, gazetelerin yazdıklarını okurken eğer bir mantık süzgecinden geçirebilirsek, kendi perspektifimizi yaratabilirsek, o zaman kimse beynimizi kirletemez ve perspektifimizi etkileyemez.
Güçlü Özgan
Bilgi kirliliği, dezenformasyon, psikolojik harekat… Her nedense içinden geçtiğimiz süreçte yaşananlar, Türkiye’nin alışılmamış gündemi bu kavramları sık sık akla getiriyor. Kendimizi komplo teorilerinden ne kadar da uzak tutmak istesek de, şartlar bizleri henüz sonu bilinmeyen senaryoların içerisine çekiyor. Özellikle gazete sayfalarına yansıyan-yansıtılan haber-yorumlar kafaları oldukça karıştırıyor. Bu dönem eksikliğini en çok hissettiğimiz şey doğruluğuna koşulsuz inandığımız haberler. Gözümüzü, kulağımızı ve aklımızı nereye çevirsek, görmemiz, duymamız ve düşünmemiz gerekenler empoze edilmek isteniyor adeta.
Gelişen iletişim teknolojisi, sonsuz-sınırsız bilgiyi aklımıza döküyor. Hangi bilginin, nereden geldiğinin, ne için verildiğinin, doğru olup olmadığının sağlamasını yapabilmemizin ise mevcut şartlarda imkanı yok. Bize doğru haber vermesini beklediğimiz medya araçlarının birbirlerine yönelttikleri suçlamalar da kafaları iyice karıştırıyor. Bu bilgi karmaşasının üstesinden gelmenin bir yolu yok mu? Önümüze konan bilgilerin kaotik rüzgarına kapılmamak ilk şart. Eğer iddia edildiği gibi bir çarpıtma varsa, bunun neden yapıldığını bilmek, en azından bunu tahmin etmek de işimizi kolaylaştıracak bir detay. Eğer birileri bunu bilinçli yapıyorsa, kamplaşmayı körüklüyor, kurumları zedeliyor, cumhuriyetin altına dinamit yerleştiriyorsa her sabah gazete sayfalarına, her saat başı televizyon haberlerine yansıyan bilgileri birey olarak iyi ve doğru okumamız şart. Bunun içinse, kitle iletiştim araçlarının toplumların eğilim ve tercihlerini nasıl etkileyebildiğinin de farkına varmak gerek elbette. Ve istendiği taktirde, bu araçların belli bir amaca yönelik olarak yönlendirilebileceğinin…
Bu noktada karşımıza bilgi kirliliği, dezenformasyon, psikolojik harekat gibi kavramlar çıkıyor. Gündemin değişkenliği içinde, hemen her gün siyasal ve toplumsal dengeleri etkileyecek yeni haberlerin patladığı bu süreçte elbette tartışılmaz doğrulara ulaşabilmemizin imkanı yok bu sayfalarda. Ama şunu yapabiliriz… Oyunun kurallarını, daha önce nasıl ne nerelerde sergilendiğini hatırlayarak, bugünün senaryolarını daha anlar noktaya gelebiliriz. Bu da bir tür kitle iletişim araçlarını kullanma kılavuzu olarak elinizin altında durur.
Psikolojik harekat yöntemiyle büyük halk yığınlarını etkilemekte kullanılan en büyük ikna tekniği "kabullendirilmiş genellemeler". Buna göre yönlendirilmek istenen insanların dünyayı kendilerine sunulan kalıplara göre görmesi ve buna göre hareket etmesi sağlanıyor.
Psikolojik harekat, propaganda ve ajitasyon yöntemlerini kullanarak, şiddetin varlığından çok, onun meydana getirdiği korku psikozuyla zihinlerde, davranışlarda, duygularda etki yaparak hedef kitle veya birey üzerinde arzuların yapılmasına yönelik uygulanan bilimsel ve teknik faaliyetlerin desteklediği çalışmalar olarak tanımlanabilir..İlk defa 1951 yılında Webster sözlüğünde “İkinci Dünya Savaşı’nda yürütülen Alman faaliyetleri” olarak tanımlanıyor. Burada kastedilen faaliyetin detaylarına bir göz atalım…
…1935`in ortalarından itibaren Almanya ciddi bir sosyalist devrimle yüz yüze gelmişti. Bir yanda Naziler, diğer yanda Sosyalistler… Hitler, Nazi SS komutanları toplantısında Himler`in ortaya attığı öneriyi hemen kabul etti. Alman Parlamento Binası yakılacak ve bunu komünistlerin yapacağı söylenecek, bunun sonunda bir sürek avı başlatılarak tüm solcular kurşuna dizilecektir. Yangını Naziler çıkarır, Hitler yangının yanında "ulusumuza uzanan hain eller kırılacaktır" der. On binlerce solcu, aydın, sanatçı kurşuna dizilir. Ve en önemlisi daha 2. Dünya Savaşı başlamamıştır. Alman sermayedarlarının Hitler`i neden bu derece hararetle destekledikleri sorusu da yanıtını bulmuştur. Üstelik 2. Dünya Savaşı da zaten hayali bir şekilde Polonya`nın, Almanya işgali ile başlamıştır…
Daha sonraki yıllarda uzmanlar tarafından hassasiyetle durulması gereken bir çalışma olarak karşımıza çıkan psikolojik harekat, aslında insanlığın var oluşundan beri değişen zaman, mekan ve olaya göre uygulandığı bilinmekte. Psikolojik harekatın uygulayıcı ile hedef aldığı kitle arasındaki ilişkilerin boyutu açısından değerlendirildiğinde üç alanda faaliyet gösterdiği ortaya çıkmaktadır: Tarafsız çalışmalar, düşmanca tavır, dost gruplara yönelik psikolojik harekat faaliyetleri…
TÜRKİYE’NİN EKSİKLİĞİ
Olaylar Türkiye perspektifinden değerlendirildiğinde de ilginç detaylarla karşılaşıyoruz. Bakın Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen (Cumhuriyet Strateji Dergisi - 7 Ağustos 2007) kaleme aldığı bir makalesinde, ABD Psikolojik Harekat Stratejisi’ne dikkat çekerek, burada kendi çıkarlarını halkla ilişkiler yönüyle korumanın yöntemlerini ve araçlarını sıralandığını belirtiyor. “ABD psikolojik harekat stratejisinin en ilginç bölümünü ise stratejik hedef kitleyi açıklayan kısım oluşturuyor. Stratejide, ‘kilit etkileyicilerin’ düşünceleri ile toplumda dalgalanmalar yaratabilen kişiler olduğu belirtiliyor ve bu kapsamda etki altına alınacak kişiler içinde din adamları, eğitimciler, gazeteciler, kadın liderler, işadamı ve işçi liderleri, politika liderleri, bilim adamları ve askerler sayılıyor.”
Eslen, makalesinde ABD Psikolojik Harekat Stratejisi’nin detaylarını anlattıktan sonra, “ABD'nin stratejisi bu konuda Türkiye'de ne gibi çalışmalar yapıldığı” sorusunun akla geldiğini belirtiyor. Bundan sonra da şu dikkat çekici soruları sıralıyor:
* Türkiye'nin psikolojik harekat (halkla ilişkiler ve stratejik iletişim) politikası (policy) var mı?
* Türkiye'nin bu politikaya uygun olarak geliştirilmiş "psikolojik harekat stratejisi'' var mı ve uygulanıyor mu?
* Türkiye'nin ulusal çıkarlarını ve bu kapsamda "kilit etkileyicilerini'' ve "hassas nüfusunu'' da dış etkilemelere karşı koruyan "psikolojik harekata karşı koyma'' stratejisi var mı, varsa uygulanıyor mu?
* Türkiye'de psikolojik harekat ve psikolojik harekata karşı koyma stratejilerini geliştirmede ve uygulamada eşgüdümü sağlayacak bir birim var mı, varsa çalışıyor mu?
* Türkiye'de dış güçlerin etki altına girmiş olan bu amaçla çalışan "kilit etkileyiciler'' biliniyor ve takip ediliyor mu?
* Türkiye'de bölücülüğe karşı uygulanması gereken devlet stratejisini destekleyen "bölücülüğe karşı psikolojik harekat stratejisi var mı, varsa uygulanıyor mu?” BİLGİ KİRLİLİĞİ
İçinden geçtiğimiz süreci doğru okuyabilmenin bir başka şartı da kendimizi bilgi kirliliğinden mümkün olduğunca korumak. Bilgi kirliliği teknik anlamda, bir konudaki normalden çok sayıda bilginin birbiriyle çelişiyor olması olarak özetlenebilir. Bu durum insanın karar verme sürecini oldukça yavaşlatırken, problem çözme yeteneği de azalır. Bu da insanın düşünmez hale gelmesine neden olur. Şimdi son dönemde yaşadığınız bilgi bombardımanını düşünerek bundan önceki satırları yeniden okuyun…
Bilgi kirliliği somut bir durum olmadığından onu temizleyecek bir madde de yoktur. Bilgi kirliliği ilgili konuda birbiriyle çelişen bilgilerin azaltılmasıyla ancak giderilebilir.
Sonuç olarak, insan olmanın önemli bir özelliği olan düşünme özelliği kullanılmazsa, bilgi kirliliği oluşacaktır. Bu da zamanla insanın düşünme yetisini kaybetmesi demektir. Düşünmeyi sağlamak ve ilerletmek için daha fazla düşünmeliyiz.
Şunu da unutmamak gerekli: televizyonların, gazetelerin yazdıklarını okurken eğer bir mantık süzgecinden geçirebilirsek, kendi perspektifimizi yaratabilirsek, o zaman kimse beynimizi kirletemez ve perspektifimizi etkileyemez.
7 Mart 2008 Cuma
Bencilleşmeye doğru yontulan yeni süreç
Askerlerimiz teröristlerle gırtlak gırtlağa mücadele ederken, günlük ve kısırlaştırılmış politik mevzular ülkenin yan gündemi olarak olanca hızıyla tartışılmaya devam etti… Bu kavgada kimin hangi tarafta olduğunun da çok önemi yok. Bunlar toplum olarak ciddi bir değişimin göstergeleri. Üstelik bu değişim bencilleşmeye doğru yontulan bir süreci işaret ediyor.
Güçlü Özgan
Sanat dünyamıza nadide starlar yetiştiren yarışmalardaki mikrofonlarla, statlardaki kale direkleri arasına sıkışmış olan gençliğimizin gelecek hayalleri ülkemizin bugünkü durumunu da gösterir nitelikte. Bir televizyon ekranı çerçevesinin sınırlandırdığı hayaller, ister kabul edelim ister etmeyelim millet olarak nasıl büyük bir değişimden geçtiğimizin de göstergesi. Değişiyoruz. Üstelik söylendiği gibi sadece gençler değil, çocuklarımız, orta yaştakilerimiz, yaşlılarımız da değişiyor…
“Biz millet olarak çok değiştik, eskiden böyle değildik” kalıbının arkasında toplumun her kesimindeki insana göre önemli ve haklı gerekçeler var. Kimisi bunu, Amerikan emperyalizminin insanımız üzerindeki yozlaştırıcı etkisine bağlarken, kimileri sorunun temelini daha yakında arıyor. Özal’ın yerleştirdiği “benim memurum işini bilir” anlayışı ya da 12 Eylül’le gelen “aman abi bulaşmayayım, ne olur ne olmaz” mantığı…
Bu değişim sürecinin, dünyaya entegre olmaya başladığımızın bize söylendiği zamanlarla aynı dönemlere denk düşmesi de tartışılması gereken ayrı bir konu. Artık ülkede taraf olmak için bir ideolojiye, bir düşünce sistematiğine bağlı olmak, o ideoloji hakkında önce bilgi sonra fikir sahibi olmak gibi “detaylara” ihtiyaç yok. Artık gençlerin ve hatta her yaş grubundakilerin sıfatı lider ama kendisi lider olmayanların ezberlettiklerini tekrarlamak yeterli oluyor. Bu nedenle de, örneğin askerlerimiz teröristlerle gırtlak gırtlağa mücadele ederken, günlük ve kısırlaştırılmış politik mevzular ülkenin yan gündemi olarak olanca hızıyla tartışılmaya devam etti… Bu kavgada kimin hangi tarafta olduğunun da çok önemi yok. Bunlar toplum olarak ciddi bir değişimin göstergeleri. Üstelik bu değişim bencilleşmeye doğru yontulan bir süreci işaret ediyor.
Herkes bu değişimi kabul ediyor. Ancak bir bilim adamımızın bu konuda yaptığı çalışma, bunun boyutunu, gerekçelerini olası sonuçlarını gözler önüne seriyor.
Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Sosyolog Prof. Dr. İbrahim Armağan’ın çeyrek yüzyılını vererek hazırladığı “Gençlik nereye koşuyor” başlıklı çalışması, “1980-1990 ve 21. yüzyıl” olarak üç ayrı bölümden ve bu dönemlerde gençlerle yapılan detaylı görüşmelerin bilimsel analizinden oluşuyor. Bu anlamda Prof. Dr. Armağan’ın çalışması, ülke tarihimizdeki en kapsamlı araştırma niteliğini de taşıyor.
Araştırmada, 1979-1980 dönemi gençliğine kıyasla sonraki kuşakların giderek mutsuzlaştığı belirlenirken, değer verilen olgularda “sevgi”nin yerini “para”nın aldığı görülüyor. 25 yıl önceki gençlik, zengin olma yolunun iyi bir eğitimden ve ticaretten geçtiğini belirtirken, bugünkü yeni kuşağın tercihlerinde “miras, şans oyunları ve politika”nın ön plana çıkıyor.
Çalışmada ortaya konan tespitleri derinlemesine ele almakta fayda var:
Hızla değişen dünyamızda, gençliğin değerler sistemi de değişmekte. Türkiye’deki sosyolojik değişmelerden ve ekonomik sorunlardan en çok etkilenen toplum kesimi gençlik oluyor. Bugün Türkiye’de kimlik arayışı içinde olan bir gençlik var. Gençliğin sorunları tüm toplumun sorunları, bu sorunları çözmek de hepimizin görevidir. Türkiye’nin pek çok konuda olduğu gibi gençlik konusunda da devrimsel dönüşümlere ihtiyacı var. Eğitim sistemimiz gençlerin isteklerine yanıt vermekten uzaktır. Katılımcı ve demokratik bir eğitim sistemi olmadan, toplumun demokratikleşmesi de mümkün değildir. Gençliğin sorunları pek çok platformda net bir şekilde ortaya konuyor olsa da, siyasilerimiz bu gerçeği göz ardı ediyorlar. Bana göre siyasi yozlaşmanın önünü almanın yollarından bir tanesi de siyasetin gençleştirilmesidir.
Çalışmaya katılan 1979-1980 dönemi gençliği, “mutlu musunuz?” sorusuna yüzde 65.40 oranında “evet” derken, yüzde 23.25’i “mutsuz”, yüzde 11.35’iyse “kararsız” olduğu yönünde görüş belirtmiş. Aynı soruya 1990’lar gençliği yüzde 41.80 oranında “mutluyum”, yüzde 41.12 oranında “mutsuzum” karşılığını verirken, araştırmanın 21. yüzyıl gençliğini içeren bölümünde bu oranlar, yüzde 23.80 ile “mutluyum”, yüzde 61.90 ile “mutsuzum” olarak değişiyor.
“Zengin olmanın yolu nedir?” sorusuna, 1980 gençliği “eğitim”, 1990 ve 2000’lerin gençliği öncelikli olarak miras ve şans oyunları olarak yanıt veriyor. “Yaşamda en çok değer verilen olgular sıralamasında da, 1980 gençliği “sevgi” derken, 90 ve sonrası kuşaklar bunu “para” olarak gösteriyor.
Araştırmanın, 21. yüzyıl gençliğini sorguladığı bölüme göre, yeni kuşak, en önemli sorunlarını, “ekonomik, eğitim, gelecek kaygısı, iş ve iletişim” olarak sıralıyor. Ancak yanıtlarda kızlar ve erkekler arasında farklılıklar görülüyor. Kızların, yüzde 31.43’ü eğitim, yüzde 22.80’i ekonomik sorunlardan yakınırken, erkeklerde sıralama, 33.91 ile ekonomik, 22.13 ile eğitim olarak değişiyor. İş bulma sorunu-gelecek kaygısı, her iki kesimde de üçüncü sırada yer alıyor.
DEĞİŞİMİN NEDENLERİ
Araştırmanın, “gençliğin değerler sistemindeki değişmenin sosyolojik nedenleri” başlıklı bölümünde, bu büyük değişimin altında yatan gerekçeler sıralanırken ön sıraya politik nedenler konuyor. Burada dikkat çekilen öncelikli konu, gençliğin ülkedeki ve dünyadaki her türlü değişimden çok kolay şekilde etkilendiği.
Araştırma sonuçlarına göre; Türkiye’de özellikle 12 Eylül sürecinden, Özal zihniyetinden, YÖK sisteminden ve küreselleşme sürecinden, fazlasıyla payını alan gençlik adeta bir kimlik bunalımı içine girmiş durumda. Son 25 yıldır yapılan gençlik araştırmaları, 1968-78 kuşağı ile 2000’ler gençliğinin değerler sisteminde köklü bir değişmenin olduğunu ortaya koyuyor.
12 Eylül ile başlayan siyasal süreçte gençliğin depolitize edilmesi ve tümüyle siyasal – toplumsal süreçlerin dışında bırakılması,
Gençlikten kuşku duyulması, potansiyel suçlu olarak değerlendirilmesi, 12 Eylül 1980 öncesi çatışma ortamının temel suçlusu olarak gençliğin görülmesi ve bu gerekçe ile gençlik örgütlenmesinin çeşitli araç ve yöntemlerle engellenmesi,
YÖK düzeni ile üniversitelerin “emir-komuta” ilkesine göre yeniden düzenlenmesi;
Para gücüne dayanan sanal bir yaşam tarzının özendirilmesi, bu değişimin en önemli nedenleri. Küreselleşme süreci ile ortaya çıkan ve Türkiye gibi gelişme süreci içindeki toplumları daha çok etkileyen, yeni dünya düzeni; ilk bakışta çekici gelmekte. Amerika’nın ve batının renkli ve çekici yaşam düzeyine özenen gençlik, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını, gelir düzeyini, eğitim düzeyini, bilimsel ve ekonomik olanaklarını düşünmeden bir batılı gibi yaşamak istiyor. Çünkü medya adeta gençliğin beynin yıkayarak, her gün o renkli yaşamı gençlere sunmakta. Çoğu TV programlarında, sürekli olarak 200-300 kişilik bir grubun yaşam biçimi ve çarpık ilişkileri, tüm toplumun yaşam biçimi gibi bize sunulmakta.. Bu renkli ve çekici gibi görünen programlardan en çok etkilenen toplum kesimi ise gençlik kesimi olmakta. Bir sömürü düzeni olan neo-kapitalizm ve kültür emperyalizmi, yine medya yoluyla cilalanarak küreselleşme adı altında, vazgeçilmez ve kaçınılmaz bir gelecek, parlak bir gelecek olarak bizlere ve gençliğe sunuluyor. Oysa küreselleşmeden en çok etkilenen kesim yine gençlik kesimi olmakta.
Güçlü Özgan
Sanat dünyamıza nadide starlar yetiştiren yarışmalardaki mikrofonlarla, statlardaki kale direkleri arasına sıkışmış olan gençliğimizin gelecek hayalleri ülkemizin bugünkü durumunu da gösterir nitelikte. Bir televizyon ekranı çerçevesinin sınırlandırdığı hayaller, ister kabul edelim ister etmeyelim millet olarak nasıl büyük bir değişimden geçtiğimizin de göstergesi. Değişiyoruz. Üstelik söylendiği gibi sadece gençler değil, çocuklarımız, orta yaştakilerimiz, yaşlılarımız da değişiyor…
“Biz millet olarak çok değiştik, eskiden böyle değildik” kalıbının arkasında toplumun her kesimindeki insana göre önemli ve haklı gerekçeler var. Kimisi bunu, Amerikan emperyalizminin insanımız üzerindeki yozlaştırıcı etkisine bağlarken, kimileri sorunun temelini daha yakında arıyor. Özal’ın yerleştirdiği “benim memurum işini bilir” anlayışı ya da 12 Eylül’le gelen “aman abi bulaşmayayım, ne olur ne olmaz” mantığı…
Bu değişim sürecinin, dünyaya entegre olmaya başladığımızın bize söylendiği zamanlarla aynı dönemlere denk düşmesi de tartışılması gereken ayrı bir konu. Artık ülkede taraf olmak için bir ideolojiye, bir düşünce sistematiğine bağlı olmak, o ideoloji hakkında önce bilgi sonra fikir sahibi olmak gibi “detaylara” ihtiyaç yok. Artık gençlerin ve hatta her yaş grubundakilerin sıfatı lider ama kendisi lider olmayanların ezberlettiklerini tekrarlamak yeterli oluyor. Bu nedenle de, örneğin askerlerimiz teröristlerle gırtlak gırtlağa mücadele ederken, günlük ve kısırlaştırılmış politik mevzular ülkenin yan gündemi olarak olanca hızıyla tartışılmaya devam etti… Bu kavgada kimin hangi tarafta olduğunun da çok önemi yok. Bunlar toplum olarak ciddi bir değişimin göstergeleri. Üstelik bu değişim bencilleşmeye doğru yontulan bir süreci işaret ediyor.
Herkes bu değişimi kabul ediyor. Ancak bir bilim adamımızın bu konuda yaptığı çalışma, bunun boyutunu, gerekçelerini olası sonuçlarını gözler önüne seriyor.
Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Sosyolog Prof. Dr. İbrahim Armağan’ın çeyrek yüzyılını vererek hazırladığı “Gençlik nereye koşuyor” başlıklı çalışması, “1980-1990 ve 21. yüzyıl” olarak üç ayrı bölümden ve bu dönemlerde gençlerle yapılan detaylı görüşmelerin bilimsel analizinden oluşuyor. Bu anlamda Prof. Dr. Armağan’ın çalışması, ülke tarihimizdeki en kapsamlı araştırma niteliğini de taşıyor.
Araştırmada, 1979-1980 dönemi gençliğine kıyasla sonraki kuşakların giderek mutsuzlaştığı belirlenirken, değer verilen olgularda “sevgi”nin yerini “para”nın aldığı görülüyor. 25 yıl önceki gençlik, zengin olma yolunun iyi bir eğitimden ve ticaretten geçtiğini belirtirken, bugünkü yeni kuşağın tercihlerinde “miras, şans oyunları ve politika”nın ön plana çıkıyor.
Çalışmada ortaya konan tespitleri derinlemesine ele almakta fayda var:
Hızla değişen dünyamızda, gençliğin değerler sistemi de değişmekte. Türkiye’deki sosyolojik değişmelerden ve ekonomik sorunlardan en çok etkilenen toplum kesimi gençlik oluyor. Bugün Türkiye’de kimlik arayışı içinde olan bir gençlik var. Gençliğin sorunları tüm toplumun sorunları, bu sorunları çözmek de hepimizin görevidir. Türkiye’nin pek çok konuda olduğu gibi gençlik konusunda da devrimsel dönüşümlere ihtiyacı var. Eğitim sistemimiz gençlerin isteklerine yanıt vermekten uzaktır. Katılımcı ve demokratik bir eğitim sistemi olmadan, toplumun demokratikleşmesi de mümkün değildir. Gençliğin sorunları pek çok platformda net bir şekilde ortaya konuyor olsa da, siyasilerimiz bu gerçeği göz ardı ediyorlar. Bana göre siyasi yozlaşmanın önünü almanın yollarından bir tanesi de siyasetin gençleştirilmesidir.
Çalışmaya katılan 1979-1980 dönemi gençliği, “mutlu musunuz?” sorusuna yüzde 65.40 oranında “evet” derken, yüzde 23.25’i “mutsuz”, yüzde 11.35’iyse “kararsız” olduğu yönünde görüş belirtmiş. Aynı soruya 1990’lar gençliği yüzde 41.80 oranında “mutluyum”, yüzde 41.12 oranında “mutsuzum” karşılığını verirken, araştırmanın 21. yüzyıl gençliğini içeren bölümünde bu oranlar, yüzde 23.80 ile “mutluyum”, yüzde 61.90 ile “mutsuzum” olarak değişiyor.
“Zengin olmanın yolu nedir?” sorusuna, 1980 gençliği “eğitim”, 1990 ve 2000’lerin gençliği öncelikli olarak miras ve şans oyunları olarak yanıt veriyor. “Yaşamda en çok değer verilen olgular sıralamasında da, 1980 gençliği “sevgi” derken, 90 ve sonrası kuşaklar bunu “para” olarak gösteriyor.
Araştırmanın, 21. yüzyıl gençliğini sorguladığı bölüme göre, yeni kuşak, en önemli sorunlarını, “ekonomik, eğitim, gelecek kaygısı, iş ve iletişim” olarak sıralıyor. Ancak yanıtlarda kızlar ve erkekler arasında farklılıklar görülüyor. Kızların, yüzde 31.43’ü eğitim, yüzde 22.80’i ekonomik sorunlardan yakınırken, erkeklerde sıralama, 33.91 ile ekonomik, 22.13 ile eğitim olarak değişiyor. İş bulma sorunu-gelecek kaygısı, her iki kesimde de üçüncü sırada yer alıyor.
DEĞİŞİMİN NEDENLERİ
Araştırmanın, “gençliğin değerler sistemindeki değişmenin sosyolojik nedenleri” başlıklı bölümünde, bu büyük değişimin altında yatan gerekçeler sıralanırken ön sıraya politik nedenler konuyor. Burada dikkat çekilen öncelikli konu, gençliğin ülkedeki ve dünyadaki her türlü değişimden çok kolay şekilde etkilendiği.
Araştırma sonuçlarına göre; Türkiye’de özellikle 12 Eylül sürecinden, Özal zihniyetinden, YÖK sisteminden ve küreselleşme sürecinden, fazlasıyla payını alan gençlik adeta bir kimlik bunalımı içine girmiş durumda. Son 25 yıldır yapılan gençlik araştırmaları, 1968-78 kuşağı ile 2000’ler gençliğinin değerler sisteminde köklü bir değişmenin olduğunu ortaya koyuyor.
12 Eylül ile başlayan siyasal süreçte gençliğin depolitize edilmesi ve tümüyle siyasal – toplumsal süreçlerin dışında bırakılması,
Gençlikten kuşku duyulması, potansiyel suçlu olarak değerlendirilmesi, 12 Eylül 1980 öncesi çatışma ortamının temel suçlusu olarak gençliğin görülmesi ve bu gerekçe ile gençlik örgütlenmesinin çeşitli araç ve yöntemlerle engellenmesi,
YÖK düzeni ile üniversitelerin “emir-komuta” ilkesine göre yeniden düzenlenmesi;
Para gücüne dayanan sanal bir yaşam tarzının özendirilmesi, bu değişimin en önemli nedenleri. Küreselleşme süreci ile ortaya çıkan ve Türkiye gibi gelişme süreci içindeki toplumları daha çok etkileyen, yeni dünya düzeni; ilk bakışta çekici gelmekte. Amerika’nın ve batının renkli ve çekici yaşam düzeyine özenen gençlik, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını, gelir düzeyini, eğitim düzeyini, bilimsel ve ekonomik olanaklarını düşünmeden bir batılı gibi yaşamak istiyor. Çünkü medya adeta gençliğin beynin yıkayarak, her gün o renkli yaşamı gençlere sunmakta. Çoğu TV programlarında, sürekli olarak 200-300 kişilik bir grubun yaşam biçimi ve çarpık ilişkileri, tüm toplumun yaşam biçimi gibi bize sunulmakta.. Bu renkli ve çekici gibi görünen programlardan en çok etkilenen toplum kesimi ise gençlik kesimi olmakta. Bir sömürü düzeni olan neo-kapitalizm ve kültür emperyalizmi, yine medya yoluyla cilalanarak küreselleşme adı altında, vazgeçilmez ve kaçınılmaz bir gelecek, parlak bir gelecek olarak bizlere ve gençliğe sunuluyor. Oysa küreselleşmeden en çok etkilenen kesim yine gençlik kesimi olmakta.
7 Şubat 2008 Perşembe
‘Yeni yoksulluk’ kavramı ve erkeklerin türban kavgası
Umudunu kaybetmiş yoksullara güven verilmesi için, ülkeyi kamplaşmaya götüren yapay tartışmalar yerine tünelin ucundaki ışığı gösterecek ya da o ışığı yakacak reel politikaların konuşulmasının zamanı gelmedi mi?
Güçlü Özgan
Bir garip süreçten geçmekteyiz ülke olarak. Türban tartışmaları herhalde hiçbir zaman olmadığı kadar ülke içerisinde bölünmelere hatta hatta çatışmalarına dönüşmemişti bugünkü kadar. Türbanı savunanların, siyasi partilerin etkisinden daha çok özellikle STÖ’lerin öncülüğünde gerçekleştirdikleri eylemlere alışkındık. Aslına bakarsanız üniversitelerde fiili olarak çok da katı şekilde uygulanmayan türban yasağı, biraz da bu kesimin zorlamalarıyla gündeme gelmekteydi. Kısa süre önce bu konularda öncülük eden, eylemlerde ön sıralarda yer almayı bir görev bilen “laik olmadığını” açıkça dile getiren bir bayanın söylediği gibi, laik sistemle mücadele için en önemli silahları ‘türban yasağıydı’. Ve şimdi bu yasak ellerinin arasından kayıp gidiyor. Bu tartışmanın bir boyutu. Bir başka boyut ise bu toz duman içerisinde gözlerden kaçmakta. Radikal İslamcı gruplar, AKP’yi bir çok politikasında olduğu gibi türbanı üniversitelerde serbest bırakma çabasında da eleştiriyor. Burada öne çıkan konu ise hem n yasa taslağındaki şekilci yaklaşım, hem de yasaya giremeyen sınırsız serbestlik konusu.
Bu tartışmaların sona erme ihtimalinin düşük olduğunu söylemek hiç de zor değil. Konuya bir başka pencereden bakmak istiyorum. Cılız şekilde de olsa dile getirilen ancak hak ettiği etkiyi yaratmayan bir bakış açısıyla.
Siyasilerin konu hakkındaki ortaoyunu tadındaki atışmaları öylesine ilgi çekiyor ki, bu tartışmaların öznesi olan kadınların ne düşündüğü dikkatlerden kaçıyor. Bir kadının üniversiteye girerken başının nasıl bağlayacağının bir yasayla belirlenmesi ne kadar anlamsızsa, bu modacıları ilgilendiren konunun sadece erkeklerden oluşan, ‘partiler arası bıyıklılar koalisyonu’ tarafından belirlenmesi de bir o kadar anlamsız.
Tabi bu durumun konjonktürel bir gereklilikten kaynaklandığını düşünmek aşırı iyi niyetlilikten başka bir şey değil kanımca. Kadının siyaset içerisindeki yeri, erkeklerle arasındaki eşitsizlik üzerine kurulu ilişki bu tabloyu ortaya çıkarıyor. Türkiye tarihine kadın perspektifinden baktığınızda karşınıza açık bir manzara çıkıyor: Sadece ve sadece yoksulluğu paylaşmada bir eşitlik söz konusu. Sadece bu konuda kadına aşırı ve haksız bir katılımcılık misyonu yükleniyor. Bu durumda adına ne derseniz deyin ister baş örtüsü, ister sıkma baş, ister türban; bunu nasıl ve nerede takacağı, yine bunun laik sistemle örtüşüp örtüşmediği sadece erkekler tarafından tartışılıyor olması da insanı şaşırtmıyor. Bu anlattıklarımızı bilimsel araştırmalar da destekliyor. Tarafsızlığından şüphe etmeyeceğimiz kurumlardan bir tanesi olan Birleşmiş Milletlerin düzenli olarak yaptığı ekonomik ve sosyolojik temelli araştırmalar, dün ve bugün yaptığımız kısır tartışmaları neden ve sonuçlarıyla değerlendirmemizi kolaylaştırıyor. Aşağıda yer vereceğim bilgiler, özellikle ekonomik sorunlarını çözememiş bir ülkede siyasal sistemin hangi kısır tartışma ve gerginliklere feda edilebileceğinin de ip uçlarını veriyor.
Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini yerleştirme çabaları, kadınlara tam oy hakkının verildiği 1930’lu yıllara dek uzanmasına karşın, eşitliği özellikle teşvik eden bir ulusal mekanizmanın uygulanmasına ancak 1986’da, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nin hükümet tarafından onaylanıp imzalanmasından sonra, başlandı. O zamandan bu yana, Türkiye gerçek anlamıyla kadın-erkek eşitliğini sağlamak için, şiddet, yoksulluk ve ekonomik istismar dahil, kadınlara karşı ayrımcılık içeren temel hükümleri ortadan kaldırmaya yönelik yasal reformları birbiri ardına uygulayarak bu konudaki kararlılığını sürdürüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı Türkiye Ve Kalkınmada Kadın-Erkek Eşitliği başlıklı raporda bakın mevcut durum nasıl özetleniyor: “Türkiye yasal alanda kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirme konusunda önemli bir gelişme kaydetmiş olmakla birlikte, esas zorluk bu yasaların pratikte uygulanması. Gündelik yaşamdaki davranış değişiklikleri, yasal değişimleri yakından takip etmiyor; yasalar ile uygulamalar arasındaki uyumsuzluk süregidiyor. Türkiye, kadınların karar-alma sürecine katılımı dahil, temel kalkınma göstergeleri bakımından istenen seviyenin çok altında. Kalkınma çabaları, büyüyen sosyo-ekonomik ve bölgesel eşitsizliklerin altında gölgelenmektedir. Eşitsizlik ve yoksulluk, ülkenin doğusunda, şehirlere kıyasla kırsal kesimlerde, ve eğitim düzeyinin düşük olduğu bölgelerde çok daha yaygındır. Kadına karşı şiddet, aile içi şiddet, namus cinayetleri ve kadın ticareti gibi sorunlara halkın ilgisi sınırlı olduğu için sorunla mücadelede kamuoyunu bilinçlendirme ve bu işe ayrılacak kaynaklar büyük önem kazanıyor. Kadınlar çoğunlukla, haklarının kapsamından haberdar değiller, ya da haklarını gerektiği gibi kullanmaları engelleniyor.. Kadınların haklarını korumak için çalışan örgütlerin daha fazla desteğe ihtiyacı var. Kadın hakları alanında, hükümet (yerel ve ulusal), sivil toplum kuruluşları, iş gücü piyasası ortakları, medya ve özel kuruluşlar arasındaki ortak çabalar büyük önem taşıyor.”
Özellikle kırsal alanlarda ve büyük şehirlerin gecekondu bölgelerinde yaşayan kadınlar, Türkiye’nin ekonomik açıdan dezavantajlı kesimlerinden birini oluşturuyor. Türkiye’de son 25 yılda kadınların yaşam standartlarında önemli düzelmeler oldu. Ne var ki, mevcut göstergeler, ortalama yaşam süresi dışında kadınların yaşam standartlarının erkeklere oranla daha kötü olma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor.
Bu tespitlerinin gerekçesini oluşturan araştırmaların detaylarına, BM’nin internet sitesinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Dikkat ederseniz burada da toplum içerisindeki sosyal eşitsizliklerin arkasındaki açık nedenin ekonomik yetersizlikler olduğu vurgulanıyor. Bu gerçeğin ışığında, halka gelecek konusunda güvence veremeyen, sorunların çözümü için inanılır öneriler getiremeyen hükümet ve muhalefetin dikkatleri başka konular üzerine odaklamak daha mı kolayına gidiyor diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Türkiye gemisini hep birlikte mi torpilliyoruz acaba?
TÜRKİYE GERÇEKLERİ
Türkiye’de aşırı düzeydeki yoksulluk oranı (günde 1 doların altında yaşayan nüfus) çok düşük, yüzde 2’nin altında. Ancak yükselen yoksulluk sınırıyla birlikte, nüfusun yüzde 24’ünün günde 4.30 ABD dolarının altında yaşıyor olduğunun belirlenmesi, yoksulluk oranının çarpıcı biçimde arttığını ortaya koyuyor. BM Kalkınma Programı’nın yoksulluk alanında en son yaptırdığı araştırma Türkiye’de “yeni yoksulluğun,” yani uzun süre devam eden, akraba ve arkadaşların desteğiyle iyileştirilmesi güç olan yoksulluğun artmakta olduğunu gösteriyor. “Yeni yoksulluk” kavramı zannedildiğinin tersine yeni bir kavram değil. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nin desteğiyle Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Ayşe Buğra ve Prof. Çağlar Keyder tarafından 2002’de gerçekleştirilen “Yeni yoksulluk ve değişen sosyal politikalar” konulu proje sayesinde tanıştığımız bu kavram, aslına bakarsanız tüm yoksunluğa rağmen Türkiye’nin neden bir Güney Amerika ülkesi manzarası çizmediğinin de bir nedeni gibi görünüyor. Ülkede insanların açlık değil de rejimi ilgilendiren tartışmalar nedeniyle sokağa dökülmelerinin sebebi bu. Söz konusu rakamlar Türkiye’nin gerçekleri. Buna bir de giderek yaklaştığı bilinen ve etkilerini yakında hissedeceğimiz küresel kriz riskini de eklediğimiz zaman insanın umudu daha da tükeniyor. Bugünkü tartışmaların hesabını gelecek nesillere nasıl vereceğiz acaba.
Umudunu kaybetmiş yoksullara güven verilmesi için, ülkeyi kamplaşmaya götüren yapay tartışmalar yerine tünelin ucundaki ışığı gösterecek ya da o ışığı yakacak reel politikaların konuşulmasının zamanı gelmedi mi?
Güçlü Özgan
Bir garip süreçten geçmekteyiz ülke olarak. Türban tartışmaları herhalde hiçbir zaman olmadığı kadar ülke içerisinde bölünmelere hatta hatta çatışmalarına dönüşmemişti bugünkü kadar. Türbanı savunanların, siyasi partilerin etkisinden daha çok özellikle STÖ’lerin öncülüğünde gerçekleştirdikleri eylemlere alışkındık. Aslına bakarsanız üniversitelerde fiili olarak çok da katı şekilde uygulanmayan türban yasağı, biraz da bu kesimin zorlamalarıyla gündeme gelmekteydi. Kısa süre önce bu konularda öncülük eden, eylemlerde ön sıralarda yer almayı bir görev bilen “laik olmadığını” açıkça dile getiren bir bayanın söylediği gibi, laik sistemle mücadele için en önemli silahları ‘türban yasağıydı’. Ve şimdi bu yasak ellerinin arasından kayıp gidiyor. Bu tartışmanın bir boyutu. Bir başka boyut ise bu toz duman içerisinde gözlerden kaçmakta. Radikal İslamcı gruplar, AKP’yi bir çok politikasında olduğu gibi türbanı üniversitelerde serbest bırakma çabasında da eleştiriyor. Burada öne çıkan konu ise hem n yasa taslağındaki şekilci yaklaşım, hem de yasaya giremeyen sınırsız serbestlik konusu.
Bu tartışmaların sona erme ihtimalinin düşük olduğunu söylemek hiç de zor değil. Konuya bir başka pencereden bakmak istiyorum. Cılız şekilde de olsa dile getirilen ancak hak ettiği etkiyi yaratmayan bir bakış açısıyla.
Siyasilerin konu hakkındaki ortaoyunu tadındaki atışmaları öylesine ilgi çekiyor ki, bu tartışmaların öznesi olan kadınların ne düşündüğü dikkatlerden kaçıyor. Bir kadının üniversiteye girerken başının nasıl bağlayacağının bir yasayla belirlenmesi ne kadar anlamsızsa, bu modacıları ilgilendiren konunun sadece erkeklerden oluşan, ‘partiler arası bıyıklılar koalisyonu’ tarafından belirlenmesi de bir o kadar anlamsız.
Tabi bu durumun konjonktürel bir gereklilikten kaynaklandığını düşünmek aşırı iyi niyetlilikten başka bir şey değil kanımca. Kadının siyaset içerisindeki yeri, erkeklerle arasındaki eşitsizlik üzerine kurulu ilişki bu tabloyu ortaya çıkarıyor. Türkiye tarihine kadın perspektifinden baktığınızda karşınıza açık bir manzara çıkıyor: Sadece ve sadece yoksulluğu paylaşmada bir eşitlik söz konusu. Sadece bu konuda kadına aşırı ve haksız bir katılımcılık misyonu yükleniyor. Bu durumda adına ne derseniz deyin ister baş örtüsü, ister sıkma baş, ister türban; bunu nasıl ve nerede takacağı, yine bunun laik sistemle örtüşüp örtüşmediği sadece erkekler tarafından tartışılıyor olması da insanı şaşırtmıyor. Bu anlattıklarımızı bilimsel araştırmalar da destekliyor. Tarafsızlığından şüphe etmeyeceğimiz kurumlardan bir tanesi olan Birleşmiş Milletlerin düzenli olarak yaptığı ekonomik ve sosyolojik temelli araştırmalar, dün ve bugün yaptığımız kısır tartışmaları neden ve sonuçlarıyla değerlendirmemizi kolaylaştırıyor. Aşağıda yer vereceğim bilgiler, özellikle ekonomik sorunlarını çözememiş bir ülkede siyasal sistemin hangi kısır tartışma ve gerginliklere feda edilebileceğinin de ip uçlarını veriyor.
Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini yerleştirme çabaları, kadınlara tam oy hakkının verildiği 1930’lu yıllara dek uzanmasına karşın, eşitliği özellikle teşvik eden bir ulusal mekanizmanın uygulanmasına ancak 1986’da, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nin hükümet tarafından onaylanıp imzalanmasından sonra, başlandı. O zamandan bu yana, Türkiye gerçek anlamıyla kadın-erkek eşitliğini sağlamak için, şiddet, yoksulluk ve ekonomik istismar dahil, kadınlara karşı ayrımcılık içeren temel hükümleri ortadan kaldırmaya yönelik yasal reformları birbiri ardına uygulayarak bu konudaki kararlılığını sürdürüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı Türkiye Ve Kalkınmada Kadın-Erkek Eşitliği başlıklı raporda bakın mevcut durum nasıl özetleniyor: “Türkiye yasal alanda kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirme konusunda önemli bir gelişme kaydetmiş olmakla birlikte, esas zorluk bu yasaların pratikte uygulanması. Gündelik yaşamdaki davranış değişiklikleri, yasal değişimleri yakından takip etmiyor; yasalar ile uygulamalar arasındaki uyumsuzluk süregidiyor. Türkiye, kadınların karar-alma sürecine katılımı dahil, temel kalkınma göstergeleri bakımından istenen seviyenin çok altında. Kalkınma çabaları, büyüyen sosyo-ekonomik ve bölgesel eşitsizliklerin altında gölgelenmektedir. Eşitsizlik ve yoksulluk, ülkenin doğusunda, şehirlere kıyasla kırsal kesimlerde, ve eğitim düzeyinin düşük olduğu bölgelerde çok daha yaygındır. Kadına karşı şiddet, aile içi şiddet, namus cinayetleri ve kadın ticareti gibi sorunlara halkın ilgisi sınırlı olduğu için sorunla mücadelede kamuoyunu bilinçlendirme ve bu işe ayrılacak kaynaklar büyük önem kazanıyor. Kadınlar çoğunlukla, haklarının kapsamından haberdar değiller, ya da haklarını gerektiği gibi kullanmaları engelleniyor.. Kadınların haklarını korumak için çalışan örgütlerin daha fazla desteğe ihtiyacı var. Kadın hakları alanında, hükümet (yerel ve ulusal), sivil toplum kuruluşları, iş gücü piyasası ortakları, medya ve özel kuruluşlar arasındaki ortak çabalar büyük önem taşıyor.”
Özellikle kırsal alanlarda ve büyük şehirlerin gecekondu bölgelerinde yaşayan kadınlar, Türkiye’nin ekonomik açıdan dezavantajlı kesimlerinden birini oluşturuyor. Türkiye’de son 25 yılda kadınların yaşam standartlarında önemli düzelmeler oldu. Ne var ki, mevcut göstergeler, ortalama yaşam süresi dışında kadınların yaşam standartlarının erkeklere oranla daha kötü olma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor.
Bu tespitlerinin gerekçesini oluşturan araştırmaların detaylarına, BM’nin internet sitesinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Dikkat ederseniz burada da toplum içerisindeki sosyal eşitsizliklerin arkasındaki açık nedenin ekonomik yetersizlikler olduğu vurgulanıyor. Bu gerçeğin ışığında, halka gelecek konusunda güvence veremeyen, sorunların çözümü için inanılır öneriler getiremeyen hükümet ve muhalefetin dikkatleri başka konular üzerine odaklamak daha mı kolayına gidiyor diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Türkiye gemisini hep birlikte mi torpilliyoruz acaba?
TÜRKİYE GERÇEKLERİ
Türkiye’de aşırı düzeydeki yoksulluk oranı (günde 1 doların altında yaşayan nüfus) çok düşük, yüzde 2’nin altında. Ancak yükselen yoksulluk sınırıyla birlikte, nüfusun yüzde 24’ünün günde 4.30 ABD dolarının altında yaşıyor olduğunun belirlenmesi, yoksulluk oranının çarpıcı biçimde arttığını ortaya koyuyor. BM Kalkınma Programı’nın yoksulluk alanında en son yaptırdığı araştırma Türkiye’de “yeni yoksulluğun,” yani uzun süre devam eden, akraba ve arkadaşların desteğiyle iyileştirilmesi güç olan yoksulluğun artmakta olduğunu gösteriyor. “Yeni yoksulluk” kavramı zannedildiğinin tersine yeni bir kavram değil. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nin desteğiyle Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Ayşe Buğra ve Prof. Çağlar Keyder tarafından 2002’de gerçekleştirilen “Yeni yoksulluk ve değişen sosyal politikalar” konulu proje sayesinde tanıştığımız bu kavram, aslına bakarsanız tüm yoksunluğa rağmen Türkiye’nin neden bir Güney Amerika ülkesi manzarası çizmediğinin de bir nedeni gibi görünüyor. Ülkede insanların açlık değil de rejimi ilgilendiren tartışmalar nedeniyle sokağa dökülmelerinin sebebi bu. Söz konusu rakamlar Türkiye’nin gerçekleri. Buna bir de giderek yaklaştığı bilinen ve etkilerini yakında hissedeceğimiz küresel kriz riskini de eklediğimiz zaman insanın umudu daha da tükeniyor. Bugünkü tartışmaların hesabını gelecek nesillere nasıl vereceğiz acaba.
Umudunu kaybetmiş yoksullara güven verilmesi için, ülkeyi kamplaşmaya götüren yapay tartışmalar yerine tünelin ucundaki ışığı gösterecek ya da o ışığı yakacak reel politikaların konuşulmasının zamanı gelmedi mi?
22 Ocak 2008 Salı
AKP’nin irtica raporu
Güçlü Özgan
Yıl 1986… Tayip Erdoğan Afganistan’dan gelen bir misafirin hemen önünde halının üzerinde oturuyordu. Ve bir kare fotoğraf çekiliyordu. Bu fotoğraf Tayip Erdoğan’a uzun siyaset yolculuğunda hep eşlik ediyordu. Erdoğan’ın hemen dizlerinin dibinde oturduğu isim Gulbeddin Hikmetyar… Sovyet işgalinde İslamcı direnişi ülkesinde örgütleyen sonrasında da başbakanlık koltuğuna oturan tartışmalı bir isim. Yıllar sonra bu fotoğraf gazete sayfalarına taşındığında Erdoğan durumu şöyle açıklıyordu: “O fotoğraf 1986 yılında çekilmiştir. Hikmetyar Afganistan’ın Başbakanı sıfatıyla resmi davetle Türkiye'ye gelmiştir. Ben de o zaman siyasi bir partinin il başkanıydım...” Ama durum göründüğünden farklıydı. Bir kere Hikmetyar o tarihte resmi davetle değil, Refah Partisi’nin daveti üzerine Türkiye’ye gelmişti. Üstelik kendisi ülkesinde Başbakanlık görevine 1990 yılında seçilmişti…
Elbette sadece Tayip Erdoğan değil, Mili Görüş çizgisinde yürüyen her ismin, amaca yönelik olarak kurulan her parti benzer konularda çeşitli “açıklar” veriyordu. Bu açıklar da sistem içerisinde kimi zaman hak ettiği kimi zamanda da hak ettiğinden az tepkiyle karşılaşıyordu. 28 Şubat süreci benzer olayların sonucunda yaşanıyordu. Son yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine damga vuran Genelkurmay açıklamasında da benzer “irticai” risklere dikkat çekiliyordu. Bildiride laik sistemi tehlikeye düşüren olaylardan bazılarına gönderme yapılırken bunlar “mesela” başlığı altında özetleniyordu. Oysa AKP’nin dört buçuk yıllık iktidar sürecine bakıldığında bunlar gibi onlarca olaya rastlıyoruz. Kimilerine göre rejimi yıpratmak için atıla gizli adımların izleriydi bunlar, kimilerine göre ise sadece yanlış anlaşılmalar silsilesinin birer parçasıydı. Ne olursa olsun Genelkurmay’ın ya da meydanlarda laik düzeni savunan yüz binlerin endişelerinde haklı olup olmadıklarını görebilmek için olaylardan bazılarını hatırlamakta fayda var.
Cemaat kolejlerine para aktarma operasyonu muydu?
Milli Eğitim Kanunu’nda değişiklik yapılarak, on bin yoksul çocuğun özel okullarda okutulmasını, parasının da devlet tarafından ödenmesini öngören bir yasa teklifi yapıldı. Bu yasa değişikliğinin Anayasa’nın 42. maddesine uygun olmadığı söylendi. Bu tartışmalardaki asıl ilgi çekici nokta, çocukların kolejlerde okutulması söyleminin arkasında cemaatlere ait olduğu bilinen kolejlere para aktarılması gibi bir gizli amacın olduğu şeklindeydi. Bu yasa cumhurbaşkanı tarafından veto edildi.
Nakşi şeyhini ziyaret
Tayyip Erdoğan, 16 Aralık 2005’te AKP İl Başkanlığı’nın düzenlediği bir program için bulunduğu Konya’da, eski MSP milletvekili ve Nakşibendi tarikatının şeyhlerinden Tahir Büyükkörükçü’yü ziyaret etti. Erdoğan’ın programında bulunmayan ziyaret hakkında bilgi de verilmedi. Bu sırada Erdoğan’ın korumaları görüntü almak isteyen gazetecilere yine engel oldu. İçeride 45 dakika kalan Erdoğan, açıklama yapmadan ayrıldı.
TBMM Başkanlık koltuğunda bir İmam Hatipli
23 Nisan 2006 tarihinde TBMM’de düzenlenen törende meclis başkanının sandalyesine 21 yaşındaki bir imam hatip öğrencisi oturdu. Bu hiç de alışık olunmayan bir durumdu. Bir kere çocuklara adanmış bir resmi bayramda 21 yaşındaki bir delikanlının neden o koltuğa oturulduğu anlaşılamadı. Üstelik öğrencinin söylemi laiklik ve türban üzerineydi. Bu törende Bülent Arınç “laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini” söylüyordu.
23 töreninde çarşaflı kız çocuklar
23 Nisan 2006’da Tekirdağ Çorlu’da yapılan törenlere kız öğrenciler kara çarşafla, erkek öğrenciler ise fesle katıldılar. Aynı tarihte yine resmi törenlerde Atatürk anıtına çelenk koyan Ordu Fatsa AKP İlçe Başkanı sakız çiğnemekteydi. Garnizon komutanının şikayeti üzerine başkan tutuklanıyordu.
Bale mi Kuran Kusu mu?
Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, Kuran Kurslarına ilköğretim beşinci sınıftan önce gidilememesini eleştirdiği bir konuşmasında, “15 yaşına gelen bir çocuk nasıl Kuran kursuna gidip öğrenecek. Bale için eğitime 4 yaşında başlanması gerekir diyenlerin Kuran öğrenmek için 15 yaşını beklemek lazım demesi demokrasiyle bağdaşmıyor.” diyordu. 6 Kasım 2006’daki bu açıklama günlerce medyada tartışılıyordu.
Belediyelerin “örtünmemek günahtır” söylemi
Belediyeler yayınladıkları ve halka dağıttıkları kitapçıklar ve kitaplarla dönem dönem tartışmalara neden oldu. Örneğin Eyüp belediyesi “Kutlu doğum Haftası’nda” izin almadan okullarda “Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed” başlıklı bir broşür dağıttı. Broşürde, “Örtünmemek günahkar olmaktır. Başörtüsü yasağı, İslam dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır” deniliyordu.
Başbakan’ın ulema özlemi
Başbakan AİHM’in türban ile ilgili kararını eleştirirken bu konuda “mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” diyordu. Bu açıklama büyük tartışmalara neden oldu.
Erdoğan’dan “4 kadınla evlilik” fetvası
Tayyip Erdoğan yine Berlin’de katıldığı bir toplantıda “İslam ülkelerinde 4 kadınla evlenilebiliyor. Bu Kuran’da var mı, mecburi mi?” sorusuna şu yanıtı veriyordu. “Hayır bu Kuran’ın emri değil. Ama bazı özel durumlarda 4 kadınla evlenmeye izin var. İznin de şartları var. Erkeğin eşi hastaysa, yaşlıysa ve sakatsa birden fazla kadınla evlenebilir. Tabi eşlerin rızası olması lazım” diyordu. Bu olaydan sonra Alanya’da yaşanan gelişmeler de büyük tartışmalara neden oluyordu.
Efendiler önde yemekte, eşler arkada yalnız
TBMM başkanı Bülent Arınç ve eşinin katıldığı, bir dinlenme tesisinden gerçekleşen düğünde Arınç ve Eşi ayı bölümlerde oturdu.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Samsun gezisinde Kavak’ta öğle yemeği molası verdiğinde, Bakan’ın masasında Vali, AKP vekilleri ve bürokratlar oturuyordu. Yıldırım’ın eşi ise ayrı bir masada tek başına oturuyordu. Bu fotoğraf günlerce gazete sayfalarındaki ve ekranlardaki yerini korudu.
İsmailağa raporu görmezden gelindi iddiası
Çarşamba cemaati içerisinde yaşanan cinayet olayı sonrasında medyaya yansıyan ilginç haberler vardı. Buna göre İstanbul Emniyeti 1980-2000 yılları arasında İsmailağa cemaati ile ilgili bir rapor hazırlamıştı. İsmailağa cemaatinin “çete” olarak nitelendiği bu rapor hiçbir şekilde dikkate alınmadı.
TBMM çatısı altında türban şov
AKP’nin TBMM’de gerçekleştirdiği her grup toplantısı tam anlamıyla bir türban şov haline getirildi.
Türbanlı folklorcu kız çocuklar
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da bulunduğu bir resmi geçitte ilkokul öğrencisi kızlardan oluşan halk dansı gösteri grubu, sıra dışı bir görüntü sergiliyordu. Çocukların başlarını bilinen türban şeklinde bağlayarak gösteri yapmaları büyük tepki topluyordu.
Piyer Loti mi Eyüp Sultan mı?
AKP’li Eyüp belediyesi Piyer Loti tepesinin isminin Eyüp Sultan olarak değiştirilmesini öngören bir meclis kararı çıkarmaya çalıştı. İlçe meclisinden geçen karar, Büyük Şehir meclisinden geri döndü.
Kırmızı sokak planı
İçki yasağı tartışmaları hiçbir zaman bitmedi. AKP’li belediyelerin Kırmızı Sokak planları gösterilen tepkiler sonrasında ertelendi. Örneğin Üsküdar belediyesi zabıta ekipleri parklarda alkol içenlere 124 YTL gibi para cezaları kesti.
Göztepe parkına cami
Göztepe Parkı’na cami yapılması planları, Kadıköy Belediyesi’nin direnişiyle sona erdi. Kadıköy Belediyesi’nin ve bölge halkının direnç göstermesinin nedeni cami yapılmak istenen noktaya 500 metre uzaklıkla başka bir caminin olması ve parkın yeşil alan olarak kalması gerektiğiydi.
Kadınlara özel park
AKP’li Bağcılar belediyesinin kadınlara özel bir park yaptırma isteği “ayrımcılık” gerekçesiyle ciddi tepkiyle karşılaştı.
İlköğretim Okulu’nun sitesinde Said Nursi’ye övgü
Konya’nın Ilgın İlçesi’nde İnönü İlköğretim Okulu’nun web sayfasındaki ‘Rehberlik Öyküleri’ bölümünde, Said-i Nursi ve talebeleri ile ilgili övgü dolu sözlerin yer aldığı bir söyleşi yayınlandı. Yazının bir bölümünde Said Nursi’den ’Savaş kahramanı’, bir bölümünde ise ‘Hazret’ olarak bahsedilmesi dikkat çekti.
İDO feribotunda kıble oku
İDO’nun Yalova ve Bandırma seferlerini gerçekleştiren hızlı feribotlarında 9 yıldır mescit bulunuyor. Feribotlardaki mescitlerde kıble okla gösteriliyor.
Zina tartışması
AKP’nin TCK’da zinanın suç sayılması konusunda bir değişiklik yapmak için gösterdiği çabalar toplumda geniş yankı buluyordu. Bu konu hakkında çıkarılan yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal ediliyordu.
Devlet hastanelerinde türbanlı çalışanlar
Kamusal alanda türban kullanılması yasal olarak halen bir suç. Ancak bu yasak çoğu zaman farklı yöntemlerle deliniyor. Tempo’nun farklı şehirlerdeki devlet hastanelerinde yaptığı gizli çekimlerle buralarda türbanlı görevlilerin çalıştığını tespit ediyordu.
Genelkurmay’ın dikkat çektiği kutlu doğum haftası etkinlikleri
Genelkurmay açıklamasına konu olan Şanlıurfa ve Denizli’deki Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri…
Şanlıurfa’da 22 Nisan’da Atatürk Spor Salonu’nda Mustazaflar ile Dayanışma Derneği (Mustazaf-Der) tarafından düzenlenen gecede 2 bin kişinin harem-selamlık oturduğu, 23.00’te sona eren gecede, 5-12 yaşlarında, başları türbanlı, çarşaf giydirilmiş 8 kız çocuğu ilahi okuduğu tespit edilmişti.
Denizli’de 17 Nisan’da Delikliçınar Meydanı’nda İl Müftülüğü ve Denizli Belediyesi tarafından düzenlenen, türbanlı ilköğretim okulu öğrencilerinin ilahiler söylediği, tekbir getirip 4 başlı canavar öldürdükleri piyesli organizasyon ile Nikfer Beldesi’nde, 4 cami varken, Atatürk İlköğretim Okulu’nda İl Müftülüğü’nce kadınlara dini vaaz verilmesi.
Yıl 1986… Tayip Erdoğan Afganistan’dan gelen bir misafirin hemen önünde halının üzerinde oturuyordu. Ve bir kare fotoğraf çekiliyordu. Bu fotoğraf Tayip Erdoğan’a uzun siyaset yolculuğunda hep eşlik ediyordu. Erdoğan’ın hemen dizlerinin dibinde oturduğu isim Gulbeddin Hikmetyar… Sovyet işgalinde İslamcı direnişi ülkesinde örgütleyen sonrasında da başbakanlık koltuğuna oturan tartışmalı bir isim. Yıllar sonra bu fotoğraf gazete sayfalarına taşındığında Erdoğan durumu şöyle açıklıyordu: “O fotoğraf 1986 yılında çekilmiştir. Hikmetyar Afganistan’ın Başbakanı sıfatıyla resmi davetle Türkiye'ye gelmiştir. Ben de o zaman siyasi bir partinin il başkanıydım...” Ama durum göründüğünden farklıydı. Bir kere Hikmetyar o tarihte resmi davetle değil, Refah Partisi’nin daveti üzerine Türkiye’ye gelmişti. Üstelik kendisi ülkesinde Başbakanlık görevine 1990 yılında seçilmişti…
Elbette sadece Tayip Erdoğan değil, Mili Görüş çizgisinde yürüyen her ismin, amaca yönelik olarak kurulan her parti benzer konularda çeşitli “açıklar” veriyordu. Bu açıklar da sistem içerisinde kimi zaman hak ettiği kimi zamanda da hak ettiğinden az tepkiyle karşılaşıyordu. 28 Şubat süreci benzer olayların sonucunda yaşanıyordu. Son yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine damga vuran Genelkurmay açıklamasında da benzer “irticai” risklere dikkat çekiliyordu. Bildiride laik sistemi tehlikeye düşüren olaylardan bazılarına gönderme yapılırken bunlar “mesela” başlığı altında özetleniyordu. Oysa AKP’nin dört buçuk yıllık iktidar sürecine bakıldığında bunlar gibi onlarca olaya rastlıyoruz. Kimilerine göre rejimi yıpratmak için atıla gizli adımların izleriydi bunlar, kimilerine göre ise sadece yanlış anlaşılmalar silsilesinin birer parçasıydı. Ne olursa olsun Genelkurmay’ın ya da meydanlarda laik düzeni savunan yüz binlerin endişelerinde haklı olup olmadıklarını görebilmek için olaylardan bazılarını hatırlamakta fayda var.
Cemaat kolejlerine para aktarma operasyonu muydu?
Milli Eğitim Kanunu’nda değişiklik yapılarak, on bin yoksul çocuğun özel okullarda okutulmasını, parasının da devlet tarafından ödenmesini öngören bir yasa teklifi yapıldı. Bu yasa değişikliğinin Anayasa’nın 42. maddesine uygun olmadığı söylendi. Bu tartışmalardaki asıl ilgi çekici nokta, çocukların kolejlerde okutulması söyleminin arkasında cemaatlere ait olduğu bilinen kolejlere para aktarılması gibi bir gizli amacın olduğu şeklindeydi. Bu yasa cumhurbaşkanı tarafından veto edildi.
Nakşi şeyhini ziyaret
Tayyip Erdoğan, 16 Aralık 2005’te AKP İl Başkanlığı’nın düzenlediği bir program için bulunduğu Konya’da, eski MSP milletvekili ve Nakşibendi tarikatının şeyhlerinden Tahir Büyükkörükçü’yü ziyaret etti. Erdoğan’ın programında bulunmayan ziyaret hakkında bilgi de verilmedi. Bu sırada Erdoğan’ın korumaları görüntü almak isteyen gazetecilere yine engel oldu. İçeride 45 dakika kalan Erdoğan, açıklama yapmadan ayrıldı.
TBMM Başkanlık koltuğunda bir İmam Hatipli
23 Nisan 2006 tarihinde TBMM’de düzenlenen törende meclis başkanının sandalyesine 21 yaşındaki bir imam hatip öğrencisi oturdu. Bu hiç de alışık olunmayan bir durumdu. Bir kere çocuklara adanmış bir resmi bayramda 21 yaşındaki bir delikanlının neden o koltuğa oturulduğu anlaşılamadı. Üstelik öğrencinin söylemi laiklik ve türban üzerineydi. Bu törende Bülent Arınç “laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini” söylüyordu.
23 töreninde çarşaflı kız çocuklar
23 Nisan 2006’da Tekirdağ Çorlu’da yapılan törenlere kız öğrenciler kara çarşafla, erkek öğrenciler ise fesle katıldılar. Aynı tarihte yine resmi törenlerde Atatürk anıtına çelenk koyan Ordu Fatsa AKP İlçe Başkanı sakız çiğnemekteydi. Garnizon komutanının şikayeti üzerine başkan tutuklanıyordu.
Bale mi Kuran Kusu mu?
Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, Kuran Kurslarına ilköğretim beşinci sınıftan önce gidilememesini eleştirdiği bir konuşmasında, “15 yaşına gelen bir çocuk nasıl Kuran kursuna gidip öğrenecek. Bale için eğitime 4 yaşında başlanması gerekir diyenlerin Kuran öğrenmek için 15 yaşını beklemek lazım demesi demokrasiyle bağdaşmıyor.” diyordu. 6 Kasım 2006’daki bu açıklama günlerce medyada tartışılıyordu.
Belediyelerin “örtünmemek günahtır” söylemi
Belediyeler yayınladıkları ve halka dağıttıkları kitapçıklar ve kitaplarla dönem dönem tartışmalara neden oldu. Örneğin Eyüp belediyesi “Kutlu doğum Haftası’nda” izin almadan okullarda “Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed” başlıklı bir broşür dağıttı. Broşürde, “Örtünmemek günahkar olmaktır. Başörtüsü yasağı, İslam dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır” deniliyordu.
Başbakan’ın ulema özlemi
Başbakan AİHM’in türban ile ilgili kararını eleştirirken bu konuda “mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” diyordu. Bu açıklama büyük tartışmalara neden oldu.
Erdoğan’dan “4 kadınla evlilik” fetvası
Tayyip Erdoğan yine Berlin’de katıldığı bir toplantıda “İslam ülkelerinde 4 kadınla evlenilebiliyor. Bu Kuran’da var mı, mecburi mi?” sorusuna şu yanıtı veriyordu. “Hayır bu Kuran’ın emri değil. Ama bazı özel durumlarda 4 kadınla evlenmeye izin var. İznin de şartları var. Erkeğin eşi hastaysa, yaşlıysa ve sakatsa birden fazla kadınla evlenebilir. Tabi eşlerin rızası olması lazım” diyordu. Bu olaydan sonra Alanya’da yaşanan gelişmeler de büyük tartışmalara neden oluyordu.
Efendiler önde yemekte, eşler arkada yalnız
TBMM başkanı Bülent Arınç ve eşinin katıldığı, bir dinlenme tesisinden gerçekleşen düğünde Arınç ve Eşi ayı bölümlerde oturdu.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Samsun gezisinde Kavak’ta öğle yemeği molası verdiğinde, Bakan’ın masasında Vali, AKP vekilleri ve bürokratlar oturuyordu. Yıldırım’ın eşi ise ayrı bir masada tek başına oturuyordu. Bu fotoğraf günlerce gazete sayfalarındaki ve ekranlardaki yerini korudu.
İsmailağa raporu görmezden gelindi iddiası
Çarşamba cemaati içerisinde yaşanan cinayet olayı sonrasında medyaya yansıyan ilginç haberler vardı. Buna göre İstanbul Emniyeti 1980-2000 yılları arasında İsmailağa cemaati ile ilgili bir rapor hazırlamıştı. İsmailağa cemaatinin “çete” olarak nitelendiği bu rapor hiçbir şekilde dikkate alınmadı.
TBMM çatısı altında türban şov
AKP’nin TBMM’de gerçekleştirdiği her grup toplantısı tam anlamıyla bir türban şov haline getirildi.
Türbanlı folklorcu kız çocuklar
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da bulunduğu bir resmi geçitte ilkokul öğrencisi kızlardan oluşan halk dansı gösteri grubu, sıra dışı bir görüntü sergiliyordu. Çocukların başlarını bilinen türban şeklinde bağlayarak gösteri yapmaları büyük tepki topluyordu.
Piyer Loti mi Eyüp Sultan mı?
AKP’li Eyüp belediyesi Piyer Loti tepesinin isminin Eyüp Sultan olarak değiştirilmesini öngören bir meclis kararı çıkarmaya çalıştı. İlçe meclisinden geçen karar, Büyük Şehir meclisinden geri döndü.
Kırmızı sokak planı
İçki yasağı tartışmaları hiçbir zaman bitmedi. AKP’li belediyelerin Kırmızı Sokak planları gösterilen tepkiler sonrasında ertelendi. Örneğin Üsküdar belediyesi zabıta ekipleri parklarda alkol içenlere 124 YTL gibi para cezaları kesti.
Göztepe parkına cami
Göztepe Parkı’na cami yapılması planları, Kadıköy Belediyesi’nin direnişiyle sona erdi. Kadıköy Belediyesi’nin ve bölge halkının direnç göstermesinin nedeni cami yapılmak istenen noktaya 500 metre uzaklıkla başka bir caminin olması ve parkın yeşil alan olarak kalması gerektiğiydi.
Kadınlara özel park
AKP’li Bağcılar belediyesinin kadınlara özel bir park yaptırma isteği “ayrımcılık” gerekçesiyle ciddi tepkiyle karşılaştı.
İlköğretim Okulu’nun sitesinde Said Nursi’ye övgü
Konya’nın Ilgın İlçesi’nde İnönü İlköğretim Okulu’nun web sayfasındaki ‘Rehberlik Öyküleri’ bölümünde, Said-i Nursi ve talebeleri ile ilgili övgü dolu sözlerin yer aldığı bir söyleşi yayınlandı. Yazının bir bölümünde Said Nursi’den ’Savaş kahramanı’, bir bölümünde ise ‘Hazret’ olarak bahsedilmesi dikkat çekti.
İDO feribotunda kıble oku
İDO’nun Yalova ve Bandırma seferlerini gerçekleştiren hızlı feribotlarında 9 yıldır mescit bulunuyor. Feribotlardaki mescitlerde kıble okla gösteriliyor.
Zina tartışması
AKP’nin TCK’da zinanın suç sayılması konusunda bir değişiklik yapmak için gösterdiği çabalar toplumda geniş yankı buluyordu. Bu konu hakkında çıkarılan yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal ediliyordu.
Devlet hastanelerinde türbanlı çalışanlar
Kamusal alanda türban kullanılması yasal olarak halen bir suç. Ancak bu yasak çoğu zaman farklı yöntemlerle deliniyor. Tempo’nun farklı şehirlerdeki devlet hastanelerinde yaptığı gizli çekimlerle buralarda türbanlı görevlilerin çalıştığını tespit ediyordu.
Genelkurmay’ın dikkat çektiği kutlu doğum haftası etkinlikleri
Genelkurmay açıklamasına konu olan Şanlıurfa ve Denizli’deki Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri…
Şanlıurfa’da 22 Nisan’da Atatürk Spor Salonu’nda Mustazaflar ile Dayanışma Derneği (Mustazaf-Der) tarafından düzenlenen gecede 2 bin kişinin harem-selamlık oturduğu, 23.00’te sona eren gecede, 5-12 yaşlarında, başları türbanlı, çarşaf giydirilmiş 8 kız çocuğu ilahi okuduğu tespit edilmişti.
Denizli’de 17 Nisan’da Delikliçınar Meydanı’nda İl Müftülüğü ve Denizli Belediyesi tarafından düzenlenen, türbanlı ilköğretim okulu öğrencilerinin ilahiler söylediği, tekbir getirip 4 başlı canavar öldürdükleri piyesli organizasyon ile Nikfer Beldesi’nde, 4 cami varken, Atatürk İlköğretim Okulu’nda İl Müftülüğü’nce kadınlara dini vaaz verilmesi.
Dr. Sermet Sami Uysal, bir dönemin Türkiye’sini anlatıyor
Türkolog Dr. Sermet Sami Uysal, ömrünün geride bıraktığı 80 yılında yaşadığı ve Türkiye tarihinin canlı tanıklığı niteliği de taşıyan anılarını paylaştı. Anlatılanlar, bugüne kadar duyulmamış olması ve yaşandığı dönemin şartları hakkında verdiği mesajlar açısından son derece ilginç.
Güçlü Özgan
Türkolog Sermet Sami Uysal’ın yaşamı, Türkiye’nin yazılmamış tarihine tutulan bir ışık niteliğinde. Dr. Uysal, 1954 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmak üzere, ünlü edebiyatçılarımızın eşleriyle yaptığı röportajları bir araya getirdiği ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Eşlerine göre ediplerimiz” kitabıyla unutanlara ismini hatırlattı. Ancak kendisinin anlatacakları sadece bu kitaptakilerle sınırlı değil. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında son derece aktif görevler üstlenen ailesi ve tanıdığı, arkadaşlık ettiği Türkiye tarihine yön veren isimlerle ilgili olarak anlattıkları, o dönemler hakkında yapılan tartışmalara yeni bir yön verecek nitelikte. Kimsenin hatırasına saygısızlık etmek istemediği belirten Sermet Sami Uysal, anlattıklarının bu insanların ve o dönem şartlarının daha iyi anlaşılabilmesinde etkili olmasını umuyor. Yaklaşık dört saat süren görüşmemiz boyunca konuşulanlardan bir kısmına yer verebildiğimiz sayfalarımızda, son derece şaşırtıcı ve yaşandığı dönemin profilini çizen örnekler bulacaksınız. Dr. Uysal’ın paylaştığı anılarından üç tanesini hiçbir kısaltma ve yorum yapmadan sunuyoruz…
Atatürk peygamber miydi?
“Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Atatürk’ün en yakınında olan kişilerden birisi olan Afet İnan, devrimlerin ve Atatürk’ün propagandasını yapmak için ailemin yaşadığı Çorum’a geldi. Afet Hanım Çorum’da, Cumhuriyet ilan edildiğinde TBMM Başkanı olan büyük teyzemin eşi İsmet Eker’in evinde misafir ediliyordu. Geliş amacına uygun olarak düzenlediği bir konferansa, salon mümkün olduğu kadar kalabalık görünsün diye annem beni de götürdü.
Annem, son derece aydın bir insandı. O dönemin Türkiye’sinde Fransa’dan gelen hocalardan Fransızca dersleri alan bir genç kızmış. Dedemin hanımı da, elindeki bir çiftliği satıp milli mücadelede kullanılması için Mustafa Kemal’e gönderen bir kişiymiş. Sanırım bunlar ailemin Mustafa Kemal devrimlerine ne kadar yakın olduğu gösteren iyi örnekler. Bu anlamda o toplantıya katılmamızdan daha doğal bir şey olamazdı.
Büyük teyzem de ev sahibesi olarak annemin yanına oturdu. Afet Hanım konuşmasına başladı. Bir yerde, “Nasıl ki vaktiyle peygamberler geldiyse, şimdi de asrımızın peygamberi hatta Allah’ı Mustafa Kemal’dir” dedi. Çocuk olmama rağmen bu söylenen sözün ne kadar ağır bir laf olduğu anlayabilmiştim. O anda annemin, sırtına bıçak saplanmış gibi irkildiğini hissettim.
Afet Hanım o sözleri edince, annem elini kaldırarak söz aldı ve “Afet Hanım galiba diliniz sürçtü. Son cümlenize çok şaşırdım, şehrimizin misafirisiniz, size sonsuz saygımız var ancak söylediklerini tüylerimi diken diken etti. Lütfen sözünüzü geri alır mısınız?” dedi. Bunun üzerine Afet Hanım, bu sözleri bilerek sarf ettiğini, belirterek aynılarını tekrarladı.
Annem de, peygamberime Allahıma hakaret edilen bir yerde duramayacağını yüksek sesle söyleyerek beni alıp çıktı dışarıya. Zavallı teyzem de annemle aynı düşüncede olmasına rağmen, ev sahibi konumunda olduğu için içeride kaldı. Bütün bu yaşananlar Afet Hanım tarafından, son derece çarpıtılarak Mustafa Kemal’e iletilmiş. Afet İnan, Çorum’da yaşayan büyük bir ailenin devrime ve Atatürk’e muhalif olduğunu söylemiş. Atatürk kendisini itirazsız dinlemiş. Ancak eniştemi çağırarak durumu sormuş. Eniştem de olayın arkasındaki gerçekleri olduğu gibi anlatmış. Bu olay orada kapanmış.
Bu yaşananlardan birkaç yıl sonra kanser olan büyükannemi tedavi için İstanbul’a götürmek için trenle seyahat ediyorduk. Tren Ankara’ya geldiğinde, Atatürk’ün Etimesgut’a geleceğini duyduk. Treni kullananlar da dahil olmak üzere hepimiz Atatürk’ü görmek üzere oraya gittik. Atatürk’ü ilk gördüğüm anı hiç unutmam. Arkadan güneş vuruyordu ve sarı saçları olağanüstü şekilde parlıyordu. Kısa kollu bir süveter giymişti. O’nu görünce “Allah Atatürk!” diye bağırdım. Herhalde Afet Hanım’ın konuşmasının bilinçaltıma olan etkisiyle bunu söylemiştim. Bunu duyunca gözünü dikerek bana doğru yürümeye başladı. Önümde durdu, iki konumdan tutarak beni havaya kaldırarak kucakladı ve “ben Allah değilim” dedi. Ben de “sen Allahsın” diye ısrar ettim. Bu ısrar üzerine Atatürk çok şaşırdı ve ailemin kim olduğunu sordu. Annem de kendilerini tanıttılar. “Böyle şeyleri kim öğretiyor bu çocuklara” diye sorunca, “Paşam, o bir çocuk aklı ermediğinden söylüyor bunları. Asıl tehlike akılları erenlerin de bunları söylemesi” dedi. Mustafa Kemal son derece zeki bir insan tabi, hemen bağlantıyı kurdu. “Yoksa siz o Çorumlu aile misiniz” dedi. Fazla da uzatmadı konuyu.
Nereye gittiğimizi sordu. Annem de anlattı. Bunun üzerine Büyükannemin elini öpmek istediğini söyleyerek bizimle trene geldi. Büyükannemin elini öptükten sonra, kendisi için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Bunun üzerine büyükannem de, ülkeyi güzel yönetmesini istediğini bir de başucuna koymak için imzalı bir fotoğrafını istediğini söyledi. Gerçekten de kısa bir süre sonra fotoğraf gümüş bir çerçeve içerisinde Çorum’daki evimize geldi. O fotoğrafı Paris’teki görev yerime bile taşıdım. Ancak maalesef görevim bitip memlekete dönerken çalınan bavulumun içerisinde o fotoğraf da bulunuyordu.”
Hasan Ali Yücel’in suzinak şarkısı kim için bestelendi?
Sermet Sami Uysal’ın ikinci olarak anlattığı hatırası, Cumhuriyet gazetesi için 1950’li yıllarda edebiyatçılarımız ve eşleriyle yaptığı röportajların birisiyle ilgili. Bir dönemin Milli Eğitim Bakanı, Şair Can Yücel’in Babası Hasan Ali Yücel’in Dragos’taki evinde geçen bir olay.
“Ben lisedeyken ve üniversitedeyken değişmeyen bir Milli Eğitim Bakanı vardı: Hasan Ali Yücel. Benim Cumhuriyet Gazetesi için yaptığım röportaj dizisine dahildi kendisi. Dragos’taki evine röportaj için gittiğimde, önceden yaptığı bir araştırma sonucunda kendisiyle ilgili küçük ve masum bir sırrı biliyordum. Eşinin yanında bu anlatacağım konuyu açarak aile düzenlerinin etkilenmemesi için, bir ara mutfakta yalnız kaldığımızda, “sizin en beğendiğim besteniz, ‘Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz’dır” deyince, bunun arkasından bir şey geleceğini anlayarak. “Ben de bu bestemi çok beğenirim” dedi.
“Bu besteyi ilham eden hanımefendiyi de çok beğenirim” dedim. Bu beste için Hasan Ali Yücel’e ilham veren hanımın, kendisinin de üyesi olduğu kabinenin başındaki Hasan Saka’nın eşi olduğunu biliyordum. Bu son derece platonik duygularla ortaya çıkarılan bir eserdi. Hasan Bey’in hanımı son derece güzel bir hanımefendiydi. Ben bütün bunları kendisine söyleyince, hiç inkar etmedi. Üstelik, içinden geldiğini belirterek, o güzel sesiyle kendi şarkısı mutfakta bana okudu. Hasan Ali Yücel’in sesi çok güzeldi. Bence eğer sahneye çıksaydı, bütün müzisyenleri silebilirdi. Söz konusu şarkısını okurken de biraz da dalgılığından olsa gerek, usul tutarken bir eliyle kendi dizine, diğeriyle de benim dizime vuruyordu.
Şarkı bittiği zaman, “keşke müziğe devam etseydiniz” dedim. Bunu söylerken de, yine röportaja gitmeden önce öğrendiğim ancak o anda kendisine sormadığım bir sırrı daha aklımdan geçiyordu: Hasan Ali Yücel, İsmet İnönü’nün annesine mevlüt okurmuş. Bu nedenle İnönü’nün annesi o kadar mutlu olurmuş ki, İsmet Paşa’ya “Bu değerli adamı mutlaka vekil yap” diye de ısrar edermiş. Rivayet odur ki, Hasan Ali’nin bakan olmasında İsmet İnönü’nün katkısı bulunuyor.”
Bakanla büyükelçi arasındaki İnönü kavgası
Dr. Uysal’ın Paris Üniversitesi’nde görevli olarak bulunduğu dönemle ilgili olarak anlattığı ve merkezinde İsmet İnönü’nün fotoğrafı bulunan; bir bakan ile Paris büyükelçimiz arasındaki tartışma son dereve ilgi çekici.
“Eski başbakanlardan Süleyman Demirel’in Ortaokuldaki hocası Orhan Dengiz’di. Sonradan Milli Eğitim Bakanı olan Orhan Bey’i tanıma fırsatım oldu. Bana göre kendisi son derece kültürsüz bir kişiydi. Ben 1966 yılında Paris Üniversitesi’nde hocayken elçilikte bir toplantıya katılmıştı kendisi. Orada yaşayan öğrencilerin barınabilmesi için bir Türk evinin açılması için uğraş veriyordum. Çünkü Meksika’dan Ermenistan’a kadar pek çok ülkenin benzer amaçlı evleri varken, Türkler için bir evin olmaması beni rahatsız ediyordu. Üniversite, bizim üzerine ev yapabilmemiz için bir arazi tahsis etmişti. Oraya bir Türk evinin yapılamamasının nedeni, Orhan Dengiz’dir.
1966 yılında Paris’i ziyaret eden bakan, uçaktan iner inmez, büyükelçi Namık Yolga’nın odasına gidiyor. Namık Yolga’nın büyükelçilikteki çalışma masasının üzerinde İsmet İnönü’nün imzalı bir fotoğrafı bulunuyor. Orhan Bey, böyle şeylere tahammül edemediği için, elinin tersiyle çerçeveye vurarak hemen o fotoğrafı kaldırmasını istiyor. Namık Bey de, kendisinin elçilik görevi devam ettiği sürece o fotoğrafın masasının üzerinde kalacağını söylüyor.
Bakan Dengiz, o fotoğraf masanın üzerinde durduğu sürece, elçilik yapamayacağını söylüyor. Namık Bey, devrilmiş olan çerçeveyi düzeltiyor. Bunun üzerine Bakan tekrar vurarak bu kez yere düşürüyor. Bu nedenle büyükelçi ve bakan arasında son derece sert bir tartışma geçiyor. Bakanın büyükelçiliği ziyaretinin nedeni, bizim de katılacağımız Paris’te bir Türk evi yapılması konusundaki toplantıydı. Toplantının başlayacağı saatlerde yaşanan bu tartışmayı bana sayın büyükelçi toplantı için yanıma geldiğinde anlattı. Çünkü odaya girdiklerinde ikisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. Büyükelçi yanıma oturduğu için ne olduğunu sorma fırsatım oldu. O anda öğrendim içeride olanları.
Toplantı başladığında, sayın bakan sanki yeni keşfedilen bir şeymiş gibi Paris’in güzelliklerini kendince bize anlatmaya başladı. O sırada odada davetli olarak bulunan ve kötü yaşama şartları nedeniyle neredeyse verem olma noktasına gelen bir öğrenci elini kaldırarak, “biz buraya boş sözler dinlemeye gelmedik. Sermet Hoca’ya üniversite tarafından verilen arsa üzerine bir Türk öğrenci yurdu yapılmasını istiyoruz” dedi.
Bunun üzerine bakan son derece çarpıcı bir yanıt verdi: “Benim Türkiye’deki öğrenciler için bile yurt yapma olanağım yok. Böyle bir durumdayken, gavur memleketinde yurt mu yaptıracağım!” dedi. Biz o anda kiminle görüşmekte olduğumuzu anladık. Odada bulunan tüm öğrenciler ayağa kalkarak, mekanı terk ettiler. Onlar kalkınca ben de gitmek üzere kalktım. Bunun üzerine sayın büyükelçi, elimden tutarak öğle yemeğine kalmamı istedi. O anda bakan “ben de kalacak mıyım” diye sordu. Bir insanın bu kadar görgüsüz olabilmesini anlayamıyorum hala. Sayın büyükelçi de bizim özel şeyler konuşacağımızı söyleyerek bakanı tersledi. Görüşme de o anda bitti zaten.”
Xxxxxxx
Sermet Sami Uysal kimdir?
29 Ekim 1925’te Çorum’da doğan Sermet Sami Uysal, İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’nde (1948-1950), iki yıl okuduktan sonra Türkoloji Bölümü’nü birincilikle bitirdi (1954); ayrıca Paris Üniversitesi Fonetik Enstitüsü’nden “pek iyi” derece ile mezun oldu, Sorbonne’da da “en üstün başarı” derecesiyle doktora hazırladı (1969). Galatasaray Lisesi’nde müdür muavinliği ve edebiyat öğretmenliği (1956-1963); Brüksel Üniversitesi’nde (1963-1965) ve Paris Üniversitesi’nde (1965-1970), Türk Dili ve Edebiyatı okutmanlığı yaptı... Avrupa’dan, yedi yıl sonra, 1970 başında yurda dönen Sermet Sami Uysal, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu Türkçe Bölümü Başkanlığı’nı, emekli oluncaya kadar, yirmi yıl sürdürdü. (1970-1990). Kendisinin Fransızca’dan çevirdiği bir çok tiyatro eseri Türkiye’de sahnelendi. Aynı şekilde Fransızca’dan Türkçe’ye bir çok kitap da okurlarla buluştu. Yirmi yılı aşkın bir süredir de, artık basım aşamasına gelmiş olan, 101.000 madde içeren “Büyük Arkadaş Türkçe Sözlük’ün Genel Yayın Yönetmeliği’ni yaptı.
Xxxxx
Hasan Ali Yücel’in Suzinak şarkısının sözleri
Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz
Aşkın beni serbest ediyorken keder olmaz
Ölsem de senin uğruna canım haber olmaz
Sen saçlarını çözdüğün akşam seher olmaz
Xxxxxxx
Afet İnan, Cuhuriyet’in kurulduğu yıllarda, Atatürk’e en yakın isimler arasında yer alıyor ve O’nun devrimlerini Anadolu insanına anlatmak için şehir şehir dolaşıyordu.
18 Ocak 2008 Cuma
PKK kendi kendini bitiriyor
Türkiye, PKK terörünün başladığı günden beri 25 yılın yanı sıra, on binlerce insanını da kurban verdi. Terör örgütü eylemlerini sözde ateşkes dönemleri dışında hiç durdurmadı. Peki neden bugün tasfiye edilsin ya da kendisini tasfiye etsin? Son aylarda yaşadığımız gelişmeleri arka arkaya sıralayınca bu sürecin ipuçlarını görmek mümkün oluyor…
Güçlü Özgan
Genel kanı sorunun bölgesel olmaktan çıktığı ve etnik bir yapıya dönüştüğü şeklinde. Türkiye içeride ve dışarıda ne anlatırsa anlatsın gerçekler, önyargıların önüne geçememekte maalesef. Ve Güneydoğumuzla ilgili yaşanan sorun artık tüm dünya tarafından “Kürtlerin varlık – yokluk mücadelesi” olarak görülmekte.
Belki bugün tartışılması gereken adı ne olursa olsun sorunun çözümünde Türkiye’nin yalnız bırakılıp bırakılmayacağı olmalı. Çünkü Türkiye’nin bir iç meselesi olarak görülen gelişmeler hakkında Barzani, Talabani gibi isimler bile ahkam kesebiliyorlar. Aslına bakarsanız burada bilerek yer verilen “bile” sözcüğünü kullanarak tarihi bir hataya düştüğümüzü de dile getirmekte yarar var. Daha birkaç yıl önce Türkiye’nin vereceği pasaportlara, örtülü olarak verilen paralara muhtaç olan bu isimleri büyüten, söz ve hatta para sahibi yapan sürecin nasıl işlediğini dikkatlerden kaçırdığımızı itiraf etmekte fayda var. Muhtemeldir ki, bizim bölgesel dengelerdeki değişikliği tanımlama konusundaki tembelliğimiz ya da umursamazlığımız, adı geçen bu isimlerin Türkiye’ye karşı geri adım atmaları için bizi ABD’ye muhtaç hale getirdi. Daha düne kadar Irak’ın Kuzeyine yapacağımız harekatlarla ilgili olarak tehditler savuran Kürt liderler, ABD’nin iplerini çekmesi sonrasında birden susuverdiler.
Buna Irak’ı işgal eden ve yarın bile ne yapacağını bilemeyen müttefikimizin iyi niyetli bir desteği olarak mı bakmalıyız acaba? Yoksa güney sınırımızdaki terör destekçilerini dize getirmek için işgalci güce bel bağlamamıza hayıflanmalı mıyız?
Humeyni devriminden beri başına bela olan İran rejimini zayıflatmak için, ABD’nin ülkedeki Kürt yapıyı ve buna bağlı sorunları kaşımaktan büyük keyif aldığı bilinen bir gerçek. Aynı ABD, Irak’taki PKK’dan bağımsız ama örgütle ilişkili Kürt yapılanmasını da avucunun içerisinde tutmakta. Bunun nimetlerinden de Türkiye az önce anlattığımız şekilde yararlanmakta. Bölgenin mutlak hakimi olmakta kararlı olan süper gücün Türkiye Kürtleri üzerinde de bir etki yaratma konusunda istekli olduğunu görmemek için ise kör olmak gerekiyor.
Ross Wilson’un ilginç mesajı
Geçtiğimiz Kasım ayı sonunda ABD Büyükelçisi Ross Wilson’un basına yansıyan ilginç daveti müttefikimizin istekleri konusunda yeteri kadar ip ucu vermekteydi aslında. Basına kapalı gerçekleşen toplantıya iki ABD Kongre üyesi ile AKP Diyarbakır Milletvekilleri İhsan Aslan, Abdurrahman Kurt, AKP Siirt Milletvekili Afif Demirkıran, Hakpar Genel Başkanı Sertaç Bucak, Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Şerafettin Elçi, Diyarbakır eski Milletvekili Haşim Haşimi ile CHP Diyarbakır eski Milletvekili Mesut Değer katıldı.
Toplantı’da nelerin konuşulduğu tam olarak dışarıya yansımasa da, katılımcıların DTP’nin kapatılması, Kuzey Irak Harekatı gibi konular hakkındaki görüşlerinin alındığı öğrenildi. Toplantıdan basına sızan en net bilgi ise Ross Wilson da “PKK ortak düşmanımızdır, tasfiye edilmelidir” mesajını vermesiydi.
Wilson, daha sonraki günlerde ise ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, AKP milletvekilleri Gülşen Orhan, Abdullah Veli Seyda, Mehmet Yılmaz Helvacıoğlu ve Mehmet Emin Ekmen’i benzer şekilde davet etse de, olaya Başbakan müdahale etmekte geç kalmayacaktı. “Arkadaşlarımın oraya gitmesin doğru bulmuyorum, gerekirse biz sayın büyükelçiyi misafir olarak ağırlayabiliriz” diyen Erdoğan bu konudaki net tavrını da gösteriyordu.
Bu görüşmelere DTP’li vekillerin çağırılmaması son derece ilginçken, birkaç hafta önce benzer bir toplantıda AB ülkelerinin temsilcilerinin DTP’lilere “PKK’dan uzak durun” mesajını verdiklerini hatırlamakta fayda var. Almanya’nın PKK’lı teröristleri Türkiye’ye teslim etmeye başladığını da bir kenara not edelim.
Bu gelişmeler artık Batı’nın PKK’yı gözden çıkardığının, daha açık bir dille Kürt sorunu olarak tanımlanan sorunda PKK’nın ve onun siyasi alandaki gölgesinin taraf olmamasına karar verildiğinin açık mesajı olarak algılanabilir.
Hedef gösterilen Kürt aydınlar
Kim bilir belki de bu tasfiye sürecinin farkında olan terör örgütü yöneticileri de, bugüne kadar hiçbir surette karşısına almadığı aynı etnik kökene sahip oldukları Kürt aydınları da, PKK’dan bağımsız çözüm önerileri ürettikleri ve bu düşünceyi savundukları için “işbirlikçi hain” ve “sözde Kürt” olarak tanımlayıp açık hedef haline getiriyordu. Adı geçen aydınlara destek çıkan bir grup sivil toplum örgütünün, PKK’nın açıklamasına karşılık yayınladıkları bildiri de üzerinde durdukları detaylar son derece ilginç: “PKK üst düzey yöneticilerinden biri olarak bilinen Cemil Bayık'ın yazı ve açıklamalarında, bazı Kürt kökenli insan hakları savunucuları, demokratlar ve bazı siyasetçiler adları da belirtilerek hedef gösterilmiştir. Hedef gösterilen kişiler listesinde, Türkiye'de insan haklarının herkese eşit ve tam olarak sağlanması, demokrasinin ve barışçı çözümlerin hayata geçirilmesi çabalarımızda birlikte olduğumuz arkadaşlarımız da yer almaktadır. Bizler, barış, demokrasi ve insan hakları savunucuları olarak; PKK'dan farklı yaklaşımlarda bulunan, farklı çözümler öneren ve şiddet yöntemlerine karşı çıkanların, adları da açıkça belirtilerek, 'sözde Kürt', 'işbirlikçi ve hain' gibi nitelemelerle düşman ilan edilmelerinin ve tetikçilere hedef gösterilmelerinin ahlaki, siyasi ve hukuki suç teşkil ettiğini bildiriyor, şiddetle kınıyoruz. İster PKK'dan, ister resmi - gayri resmi başka kurum, örgüt ya da kişilerden gelsin, şiddet yoluyla hiçbir sorunun çözülemeyeceğini yıllardır savunuyoruz ve savunmaya devam edeceğiz. Farklı görüş ve düşünceleri nedeniyle, insanların hedef haline getirilmesinin acı örneklerini yaşadık. Yöntemi aynı PKK açıklamasında hedef gösterilenlere yönelik bir saldırı girişimini, hepimize karşı yapılmış olarak değerlendireceğimizi bildiriyoruz; Türk, Kürt bütün yurttaşları, yıllardır barışçı çözüm için çabalayan insanları, kurum ve kuruluşları; hedef gösterilenlerin yanında olmaya, kişilerin yaşam haklarına yönelen şiddete karşı tavır almaya çağırıyoruz.”
AKP’nin Güneydoğu başarısı
AKP’nin son genel seçimlerde Güneydoğu’da ede ettiği başarı da bahsettiğimiz tasfiye sürecinin bir sonucu ya da tetikleyici etkenlerden bir tanesi. Partinin 75 Kürt kökenli milletvekiline sahip olduğu bizzat Genel Başkan tarafından dile getirilmişti. DTP’nin en iddialı olduğu il olan Diyarbakır’dan 4 milletvekili çıkarabilmiş olması, geri kalan 4 vekili de AKP’nin çıkarması nereden bakılırsa bakılsın DTP’nin bir başarısızlığıdır. Çünkü parti kendi kalesinde açık bir yenilgiye uğramıştır. Aslına bakarsanız seçimler öncesi Diyarbakır’da yaptığım görüşmeler de sonucun bu yönde olacağını gösteriyordu. İstanbul’dan gelen bir gazetecinin edindiği bu öngörüden DTP’nin habersiz olmasının imkanı yok. Belki de bu nedenle sadece 4 aday çıkarmakla yetindiler. AKP’nin yaklaşan yerel seçimlerde de benzer bir başarıyı göstermesi muhtemel. Böyle bir başarı da adı bugün DTP olan gelecekte başka bir isimle de karşımıza çıkabilecek olan partinin kesin olarak itibar kaybetmesi anlamına geliyor. Tabi ki temsil ettiği ideolojinin de. AKP’nin bu başarısının altında iki önemli faktör yatmakta. Bunlardan biri ekonomik gelişmeler. Oturduğumuz bir kahvede, bir Diyarbakırlının söyledikleri hala kulağımda, “4 yıl önce de şekerin çuvalının fiyatı, bugünkü kadardı”. Kim ne söylerse söylesin AKP’nin açık ya da örtülü şekilde dile getirdiği dini söylemler de başarının bir diğer faktörü. Bölgeyi az çok tanıyanlar bilir ki, Güneydoğulunun etnik aidiyet duygusu çok güçlüdür. Ama ondan daha güçlü olan dini aidiyetidir. Ekonomik sorunlar, terör olaylarının getirdiği izole bir yaşam ve bunları çözeceğini söyleyen İslami söyleme sahip bir parti. Üstelik Kürt sorunu tanımlamasını da kullanmaktan kaçınmıyor. Bölgede PKK’nın elini zayıflatacak başka bir ortam düşünülebilir mi?
Yaşanan tüm bu gelişmelere bir başka pencereden de bakmak mümkün. Tüm terör örgütleri şiddeti bir araç olarak benimserler. Asıl amaçları ideolojilerini duyurup, sonradan mücadelelerini siyasi arenaya taşımaktır. Tarih bunun örnekleriyle dolu. ABD’nin de açık desteğini alan bir Türkiye’ye karşı bölgede daha fazla direnmenin anlamsız olduğunu, silahlı mücadelenin artık kendisini kendi zeminine bile anti patik göstereceğini anlayan terör örgütünün kendi kendisini tasfiye sürecine sokmuş olması da muhtemel. Elbette bunda Washington-Brüksel hattında alınan kararlar da etkilidir.
Düz ovaya ineceklerin anatomisi
Türkiye’de terör üzerine kalem oynatanların büyük çoğunluğu, Güneydoğu’nun ekonomik ve sosyal sorunlarının terörü tetikleyen önemli unsurlardan olduğunu belirtirler. Peki terörün esas aktörleri teröristler gerçekten de bu gerekçelerle mi hareket ediyorlar. Bilimsel araştırmalar, bu gibi sorunların örgütlerin ekmeğine yağ sürdüğünü gösterirken bakın teröristin profilini nasıl çiziyor.
Güçlü Özgan
Son birkaç ay içerisinde yaşanan gelişmeler Türkiye’nin 20 yılı aşkın süredir yaşadığı Güneydoğu sorununun yeni bir boyut kazandığını gözler önüne seriyor. Aylardır bir an önce Kuzey Irak’a bir harekat düzenlemeliyiz diyen Genelkurmay Başkanının son hamle için Başbakan’ın ABD gezisinin sonuçlarını bekleyeceğini söylemesiyle daha da netleşen bu süreç, terörist kamplara yapılan Türkiye tarihinde görülmemiş büyüklükteki hava operasyonlarıyla devam etti. Hala da sürüyor.
Bahsettiğimiz bu süreçte bulanık suda balık avlamak isteyenlerin de sayısı azımsanmayacak kadar fazla… Örgüt yandaşı olan siyasi oluşumlar, Türkiye’nin operasyonlarını sivillere yönelikmiş gibi göstererek haklılık kazanmaya çalıştılar. Ancak Genelkurmay’ın yayınladığı hava saldırısı görüntüleri bu iddiaları boşa çıkardı.
Bu operasyonlarla ilgili olarak yorum yapanların hatırı sayılır bir kesimi de, ABD’nin verdiği istihbarat desteğinin hükümet ile yapılan adı konmamış, muhtemelen kayda da geçmemiş bir anlaşmanın sonucu olduğunu iddia ettiler. Söz konusu iddiaların merkezinde ise, ABD’nin dağdaki PKK’lılara karşı bir af çıkarılması isteği yatıyordu.
Hükümetin başındaki isim Tayyip Erdoğan ise, kendi tabiriyle “böyle bir şerefsizliği” yapmayacağını söylüyordu. Başbakan’a göre Türkiye Cumhuriyeti’nin başındaki bir kişi hiçbir koşulda böyle bir pazarlık içerisine giremezdi. Bu durumda “uluslar arası ilişkilerde iyi niyet yoktur” kuralını bu seferlik unutmamız gerekiyor galiba. Yani ABD, sadece ve sadece iyi niyetinden dolayı imkan dahilinde olmasına rağmen tarihinde ilk kez böylesi bir desteği vermişti.
Bütün bu tartışmalar devam ederken de hükümet bir yandan terörle mücadele için elinden geleni yaparken, diğer yandan da pişmanlık yasasının boyutlarını değiştirme uğraşını sürdürmekte. Görünen o ki, tam anlamıyla bir af olmasa da, bir tür toplumsal uzlaşı yasası gelecek... Bu da dağa çıkmış olup da henüz bir eyleme karışmamış olanlarla, dağa çıkmayı düşünen sempatizanları yolundan çevirecek bir çözüm yolu olarak görülüyor…
Tüm bu iddialar adı üzerinde varsayımdan ibaret… Yakın gelecek ne gösterir bilinmez… Ama siyasi ve sosyal parametreleri iyi okuduğumuzda söz konusu gelişmelerin gerçekleşmesi için çok beklemeyeceğimizi söylemek mümkün.
Affetsek mi, affetmesek mi, affedersek ne kadarını affedelim diye durmadan tartışma konusu yaptığımız teröristlerin niteliklerinin ne olduğu, neden dağa çıktıklarını, PKK’nın onlara yaklaşımının ne olduğunu bilmek bu noktada büyük önem taşımakta. Bunu anlayabilmek için ise Emniyet’in ya da üniversitelerin yaptıkları çalışmaları dikkate almak gerekiyor. Bakın bu çalışmalar sayıları kimilerine gör 5 bin, kimilerine göre ise 10 bin olan teröristlerin profilleri hakkında nasıl bilgiler veriyor bizlere…
Teröristlerin örgütsel faaliyet içerisindeki hayat tarzları kişiliklerini de etkilemekte. Terör örgütleri, mensuplarının kişiliklerini yeniden şekillendirmeye çalışmakla, hastalıklı kabul edilen toplumun içerisinden kazandıkları kişileri çeşitli teorik eğitimlerden geçirmek suretiyle, ideolojileri doğrultusunda yeni bir kişilik tesisine yönelmekte. Kişiliklerin yeniden şekillendirilmesindeki en önemli noktalardan biri, ferdi kişiliklerin ve duyguların ortadan kaldırılarak, tamamen örgütün malı haline gelmiş bir kişiliğin hedeflenmesi.
Yasadışı bölücü terör örgütü adına propaganda yaparak örgütlenme faaliyetleri içerisinde olan şahısların büyük bölümünün ailesinden herhangi bir kişinin daha önce örgütle bağlantı içerisinde olduğu görülmüş, bir kısmının ise okur yazar dahi olmayıp maceracı gençler ile ekonomik sıkıntı içerisinde olan gençlerden oluştuğu müşahede edilmiş.
Sağ terör örgütleri açısından baktığımızda elemanların çoğunun inançlarına bağlılıklarından yararlanılarak kandırılmış, insani değerleri unutacak kadar beyni yıkanmış kişiler olduğu görülmekte. Bunlar genellikle akraba, tanıdık ve hemşehri gibi birbirlerine yakın olgularla bağlı olan kişiler. Bunda aynı semtte ya da gecekondu bölgelerinde ikamet etmelerinin etkisi büyük.
Terörist örgütü değil, örgüt teröristi buluyor
Güneydoğu Anadolu bölgesindeki toprak mülkiyeti ilişkilerinin etnik teröre militan kazandırıcı etkisinin olduğu iddia ediliyor. Topraksız aile oranları Mardin'de yüzde 40,8, Siirt'te yüzde 42, Diyarbakır'da yüzde 48,8, Urfa'da yüzde 53'tür. Traktörün tarıma girmesiyle birlikte diğer bölgelere göre en fazla göç veren bölge Güneydoğu Anadolu bölgesi olmuş.
1003 PKK üyesi tutuklu terörist üzerinde yapılan bir araştırmada teröristlerin yüzde 71'i
kendilerinin örgütü değil, örgütün kendilerini bulduğunu söylemişler. Örgüt ayrıca batı illerinde oturan Güneydoğu Anadolu kökenli kişiler üzerinde hemşerilik propagandası vasıtasıyla, doğu illerindeyse doğrudan etnik kimliği ön plana çıkartmak suretiyle militan, destekçi, para, lojistik destek, örgüte yardım ve yataklık yapacak kişi sağlamaya, toplamaya çalışmakta. KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı'nın yaptığı bu araştırmada bunların büyük bir bölümünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi kırsalından, ailesi ve kendisinin eğitim seviyesi düşük, kalabalık ve çok çocuklu ailelerden gelen, kendilerini ekonomik ve toplumsal kalkınma süreçlerinin dışında hisseden 18- 27 yaş arasındaki gençlerden oluştuğu görülmekte.
Terörist organizasyonlar kitleleri korkutarak, tedirgin ederek, taraflardan birisini tutmak konusunda zorlamak istiyorlar. PKK da bundan farklı bir yöntem izlemiyor elbette. Örgütündeyken teslim olan Sami Demirkıran "Ürperten İtiraflar" adlı kitabında örgütün nasıl üye topladığını şöyle anlatıyor:
"Güneydoğu'da işsizlik yüzünden örgütün eleman topladığı bir dereceye kadar doğruydu. Kimi macera yaşamak, kimi gerçekten devlet kuracaklarına inandığı için PKK'ya katılıyordu. Gerilla romantizminin yükseltilmesi de özellikle büyük şehirlerde etkiliydi. Ezilmişlik ve
romantizm, bayanları dağa çeken en önemli faktörlerdir. Örgüte katılanların çoğunda daha ilk günlerinde pişman oldukları gözlerinden okunabiliyordu. Çünkü kimine örgüte katıldıktan sonra iş verileceği ve ailesine maaş bağlanacağı, kimine dağdaki insanların tamamı Müslüman
diye tanıtılıp bu mücadelenin vatani vazife olduğu, kimine devlet kurulunca subaylık, kaymakamlık verileceği..."
Terör Örgütlerindeki Militanların Yaş ve Öğrenim Durumları
Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekat Daire Başkanlığı’nın yaptığı araştırma
Sol Terör Örgütleri
826 sol terör örgütü mensubunun dosyası üzerinde yapılan bir araştırma sonucunda;
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 65 14-25 yaş grubunda
% 16.8 25-30
% 17.5 30’dan sonrası
Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 20.4 Yüksekokul mezunu ya da öğrencisi
% 33.5 Lise mezunu ya da öğrencisi
% 14 Ortaokul mezunu
% 29.9 İlkokul mezunu
% 1.9 Cahil
Dini Motifli Terör Örgütleri
200 dini motifli terör örgütü mensubunun dosyaları üzerinde yapılan bir araştırmada:
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 2.5 10-14 yaş grubunda
% 72.5 15-25 “
% 17 25-29 “
% 6 30-34 “
% 2 35-65 “
Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 22.5 Yüksekokul
% 40.5 Lise
% 14 Ortaokul
% 19 İlkokul
%2.5 Okur-yazar
%1.5 Cahil
Bölücü Terör Örgütleri
262 tutuklu terör örgütü PKK mensubu üzerinde yapılan bir anket çalışmasında;
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 54 14-25 yaş grubu arasında
% 34 26-37 “
% 12 38-58 “
Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 11 Üniversite
% 16 Lise
% 13 Ortaokul
% 39 İlkokul
% 12 Okur-yazar
% 9 Cahil
Güçlü Özgan
Son birkaç ay içerisinde yaşanan gelişmeler Türkiye’nin 20 yılı aşkın süredir yaşadığı Güneydoğu sorununun yeni bir boyut kazandığını gözler önüne seriyor. Aylardır bir an önce Kuzey Irak’a bir harekat düzenlemeliyiz diyen Genelkurmay Başkanının son hamle için Başbakan’ın ABD gezisinin sonuçlarını bekleyeceğini söylemesiyle daha da netleşen bu süreç, terörist kamplara yapılan Türkiye tarihinde görülmemiş büyüklükteki hava operasyonlarıyla devam etti. Hala da sürüyor.
Bahsettiğimiz bu süreçte bulanık suda balık avlamak isteyenlerin de sayısı azımsanmayacak kadar fazla… Örgüt yandaşı olan siyasi oluşumlar, Türkiye’nin operasyonlarını sivillere yönelikmiş gibi göstererek haklılık kazanmaya çalıştılar. Ancak Genelkurmay’ın yayınladığı hava saldırısı görüntüleri bu iddiaları boşa çıkardı.
Bu operasyonlarla ilgili olarak yorum yapanların hatırı sayılır bir kesimi de, ABD’nin verdiği istihbarat desteğinin hükümet ile yapılan adı konmamış, muhtemelen kayda da geçmemiş bir anlaşmanın sonucu olduğunu iddia ettiler. Söz konusu iddiaların merkezinde ise, ABD’nin dağdaki PKK’lılara karşı bir af çıkarılması isteği yatıyordu.
Hükümetin başındaki isim Tayyip Erdoğan ise, kendi tabiriyle “böyle bir şerefsizliği” yapmayacağını söylüyordu. Başbakan’a göre Türkiye Cumhuriyeti’nin başındaki bir kişi hiçbir koşulda böyle bir pazarlık içerisine giremezdi. Bu durumda “uluslar arası ilişkilerde iyi niyet yoktur” kuralını bu seferlik unutmamız gerekiyor galiba. Yani ABD, sadece ve sadece iyi niyetinden dolayı imkan dahilinde olmasına rağmen tarihinde ilk kez böylesi bir desteği vermişti.
Bütün bu tartışmalar devam ederken de hükümet bir yandan terörle mücadele için elinden geleni yaparken, diğer yandan da pişmanlık yasasının boyutlarını değiştirme uğraşını sürdürmekte. Görünen o ki, tam anlamıyla bir af olmasa da, bir tür toplumsal uzlaşı yasası gelecek... Bu da dağa çıkmış olup da henüz bir eyleme karışmamış olanlarla, dağa çıkmayı düşünen sempatizanları yolundan çevirecek bir çözüm yolu olarak görülüyor…
Tüm bu iddialar adı üzerinde varsayımdan ibaret… Yakın gelecek ne gösterir bilinmez… Ama siyasi ve sosyal parametreleri iyi okuduğumuzda söz konusu gelişmelerin gerçekleşmesi için çok beklemeyeceğimizi söylemek mümkün.
Affetsek mi, affetmesek mi, affedersek ne kadarını affedelim diye durmadan tartışma konusu yaptığımız teröristlerin niteliklerinin ne olduğu, neden dağa çıktıklarını, PKK’nın onlara yaklaşımının ne olduğunu bilmek bu noktada büyük önem taşımakta. Bunu anlayabilmek için ise Emniyet’in ya da üniversitelerin yaptıkları çalışmaları dikkate almak gerekiyor. Bakın bu çalışmalar sayıları kimilerine gör 5 bin, kimilerine göre ise 10 bin olan teröristlerin profilleri hakkında nasıl bilgiler veriyor bizlere…
Teröristlerin örgütsel faaliyet içerisindeki hayat tarzları kişiliklerini de etkilemekte. Terör örgütleri, mensuplarının kişiliklerini yeniden şekillendirmeye çalışmakla, hastalıklı kabul edilen toplumun içerisinden kazandıkları kişileri çeşitli teorik eğitimlerden geçirmek suretiyle, ideolojileri doğrultusunda yeni bir kişilik tesisine yönelmekte. Kişiliklerin yeniden şekillendirilmesindeki en önemli noktalardan biri, ferdi kişiliklerin ve duyguların ortadan kaldırılarak, tamamen örgütün malı haline gelmiş bir kişiliğin hedeflenmesi.
Yasadışı bölücü terör örgütü adına propaganda yaparak örgütlenme faaliyetleri içerisinde olan şahısların büyük bölümünün ailesinden herhangi bir kişinin daha önce örgütle bağlantı içerisinde olduğu görülmüş, bir kısmının ise okur yazar dahi olmayıp maceracı gençler ile ekonomik sıkıntı içerisinde olan gençlerden oluştuğu müşahede edilmiş.
Sağ terör örgütleri açısından baktığımızda elemanların çoğunun inançlarına bağlılıklarından yararlanılarak kandırılmış, insani değerleri unutacak kadar beyni yıkanmış kişiler olduğu görülmekte. Bunlar genellikle akraba, tanıdık ve hemşehri gibi birbirlerine yakın olgularla bağlı olan kişiler. Bunda aynı semtte ya da gecekondu bölgelerinde ikamet etmelerinin etkisi büyük.
Terörist örgütü değil, örgüt teröristi buluyor
Güneydoğu Anadolu bölgesindeki toprak mülkiyeti ilişkilerinin etnik teröre militan kazandırıcı etkisinin olduğu iddia ediliyor. Topraksız aile oranları Mardin'de yüzde 40,8, Siirt'te yüzde 42, Diyarbakır'da yüzde 48,8, Urfa'da yüzde 53'tür. Traktörün tarıma girmesiyle birlikte diğer bölgelere göre en fazla göç veren bölge Güneydoğu Anadolu bölgesi olmuş.
1003 PKK üyesi tutuklu terörist üzerinde yapılan bir araştırmada teröristlerin yüzde 71'i
kendilerinin örgütü değil, örgütün kendilerini bulduğunu söylemişler. Örgüt ayrıca batı illerinde oturan Güneydoğu Anadolu kökenli kişiler üzerinde hemşerilik propagandası vasıtasıyla, doğu illerindeyse doğrudan etnik kimliği ön plana çıkartmak suretiyle militan, destekçi, para, lojistik destek, örgüte yardım ve yataklık yapacak kişi sağlamaya, toplamaya çalışmakta. KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı'nın yaptığı bu araştırmada bunların büyük bir bölümünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi kırsalından, ailesi ve kendisinin eğitim seviyesi düşük, kalabalık ve çok çocuklu ailelerden gelen, kendilerini ekonomik ve toplumsal kalkınma süreçlerinin dışında hisseden 18- 27 yaş arasındaki gençlerden oluştuğu görülmekte.
Terörist organizasyonlar kitleleri korkutarak, tedirgin ederek, taraflardan birisini tutmak konusunda zorlamak istiyorlar. PKK da bundan farklı bir yöntem izlemiyor elbette. Örgütündeyken teslim olan Sami Demirkıran "Ürperten İtiraflar" adlı kitabında örgütün nasıl üye topladığını şöyle anlatıyor:
"Güneydoğu'da işsizlik yüzünden örgütün eleman topladığı bir dereceye kadar doğruydu. Kimi macera yaşamak, kimi gerçekten devlet kuracaklarına inandığı için PKK'ya katılıyordu. Gerilla romantizminin yükseltilmesi de özellikle büyük şehirlerde etkiliydi. Ezilmişlik ve
romantizm, bayanları dağa çeken en önemli faktörlerdir. Örgüte katılanların çoğunda daha ilk günlerinde pişman oldukları gözlerinden okunabiliyordu. Çünkü kimine örgüte katıldıktan sonra iş verileceği ve ailesine maaş bağlanacağı, kimine dağdaki insanların tamamı Müslüman
diye tanıtılıp bu mücadelenin vatani vazife olduğu, kimine devlet kurulunca subaylık, kaymakamlık verileceği..."
Terör Örgütlerindeki Militanların Yaş ve Öğrenim Durumları
Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekat Daire Başkanlığı’nın yaptığı araştırma
Sol Terör Örgütleri
826 sol terör örgütü mensubunun dosyası üzerinde yapılan bir araştırma sonucunda;
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 65 14-25 yaş grubunda
% 16.8 25-30
% 17.5 30’dan sonrası
Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 20.4 Yüksekokul mezunu ya da öğrencisi
% 33.5 Lise mezunu ya da öğrencisi
% 14 Ortaokul mezunu
% 29.9 İlkokul mezunu
% 1.9 Cahil
Dini Motifli Terör Örgütleri
200 dini motifli terör örgütü mensubunun dosyaları üzerinde yapılan bir araştırmada:
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 2.5 10-14 yaş grubunda
% 72.5 15-25 “
% 17 25-29 “
% 6 30-34 “
% 2 35-65 “
Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 22.5 Yüksekokul
% 40.5 Lise
% 14 Ortaokul
% 19 İlkokul
%2.5 Okur-yazar
%1.5 Cahil
Bölücü Terör Örgütleri
262 tutuklu terör örgütü PKK mensubu üzerinde yapılan bir anket çalışmasında;
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 54 14-25 yaş grubu arasında
% 34 26-37 “
% 12 38-58 “
Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 11 Üniversite
% 16 Lise
% 13 Ortaokul
% 39 İlkokul
% 12 Okur-yazar
% 9 Cahil
16 yüzyıl sufilerinin gizli dili: BALEYBELEN
Türk dili konusunda akademik çalışmaların altına imza atan Mustafa Koç, 16’ncı yüzyıl Osmanlısında sufilerin itikadi sırlarını saklayabilmek amacıyla icat ettikleri Baleybelen adlı yapma dilin şifrelerini çözdü. “Dilsizlere dil veren” anlamına gelen Baleybelen ile sırlanan bilgiler bugün tek tek gün ışığına çıkıyor.
Güçlü Özgan
Yedi cihana hükmedilen bir yüzyıldır 16’ncı yüzyıl Osmanlı için… Kayıtsız şartsız bir üstünlüğü vardır imparatorluğun dünya coğrafyasında. Üstelik bu büyüklüğün nedeni sadece toprakların genişliğinden, ekonomik anlamdaki gelişmişlikten kaynaklanmamaktadır. Farklı dine inanan, farklı dilleri konuşan, farklı ırklara mensup yüzlerce farklı kültür imparatorluğun güvenli şemsiyesi altında varlığını sürdürmektedir.
Ancak kimileri için sanıldığından farklı bir tehdit söz konusudur… Üstelik tehdit altındakiler hakim dine mensup kişilerin bir kısmıdır… Katı Arap taassubunun hakim olduğu İslam anlayışına, saray sıkı sıkıya bağlıdır… Bu anlayışı da Şeyhülislamlık kurumu altından bir politika haline getirmiştir. İslam’ın farklı yorumlarına, gözler kulaklar ve kalpler kapalıdır… Dağda, taşta, suda, insanda; Allah her yerdedir ve her şeydir olarak özetlenebilecek “vahdetivücut” anlayışını benimseyen kimi sufiler için darağacı neredeyse kaderin diğer adıdır… Resmi olarak yasaklanmasa da, İbni Arabi, Mevlana gibi bir isimlerin görüşlerini tartışmak büyük tehlikeyi kabullenmektir. Mesnevi’yi okuyanlar, Mesnevi’nın farklı yorumlarını insanlara anlatanlar, dergahlarda bunları okuyup konuşanlar için ölün neredeyse kaçınılmazdır. Tanrı anlayışını “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” olarak anlatan Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin asıldıkları bir yüzyıldır 16. yüzyıl Osmanlı için.
İnsanın tanrılaşması ya da…
Asıl sorun insanın tanrılaştırılması ya da tanrının insanlaştırılmasıdır. Burada tam bir uzlaşma sağlanamamaktadır. Devletin kontrolündeki medreselerde kelam adı verilen ve her türlü yoruma kapalı itikadi din formu öğretilirken, sufilerin dergâhlarında bu sistem olabildiğince eleştirilmektedir.
Bu şartlar içerisinde sufilerin kendi düşüncelerini, din ve tanrı yorumlarını konuşarak yaymalarının ya da belgelemelerinin imkanı yoktur. Yazı şarttır… Ve hatta belki de kendilerinin dışındakilerin anlayamayacağı özel bir dil ve yazı şekli de şarttır. İmparatorlukta itikadi boyutta yaşanan bu tartışmaların doruğa çıktığı yıllarda, sufiler adına çözüm bir şairden gelir. Muhyi-i Gülşeni.
1528 – 1604 tarihlerinde yaşamış olan Muhyi, bugün adı sadece birkaç akademisyen tarafından hatırlanan bir isim olsa da, yaşadığı dönemde Osmanlı’nın en tanınan şairlerinden bir tanesidir. Ailesi devlet içerisinde yüksek mevkilerde görevli olduğu için medrese eğitimi almıştır. Ve hatta kendisi de saraya yakın bir görüntü çizmektedir. Şiirleri padişaha okunmakta ve büyük takdir görmektedir. Bu sayede geniş bir çevre de edinmiştir. Şeyhülislam Ebu Suud’la oturup sohbet eder, ertesi gün sufi anlayışa sahip bir insan olarak dergâhlarda gönüldaşlarıyla sabahlara kadar ibadet ederdi. Muhyi asıl olarak Halveti tarikatının Gülşeni koluna bağlıdır
Baleybelen ile ‘sır’lanan eserler
Bir sufi olarak o da, tanrı adı verilen o yüce varlığın sırlarına ulaşmak, ne kadar tanrılaşabileceğini görmek istemektedir. Bunun için hayatını gözünü kırpmadan feda edebileceği yola gönüllü olarak girmiştir. Bu yolda konuşulanların, yazılanların ve hatta düşünülenleri, kendi icat ettiği Baleybelen adını verdiği yapma dille sırlanması gerektiğine inanmaktadır. Ancak bu sayede o büyük sırrı kendilerine saklamış ve kaybolup gitmesini engellemiş olacaktır. Aslında bu yöntem aslında sufiliğin ortaya çıkışından beri uygulanmaktadır. Bilgi ancak, o bilgiyi almaya isteği ve kabiliyeti olan insanlara verilmelidir. Bunun dışındaki zümrelerden sakınılmalıdır. Muhyi yazılarında kendisini “zeban-zede-i ebkeman” dilsizlere dil veren olarak tanımlar. İcat ettiği yapma dilin Türkçe’deki anlamı da “dilsizlere dil veren”dir.
Baleybelen; grameri, cümle kurgusu hatta ses kullanımıyla tamamen orijinal bir dildir. Türkçe, Arapça ve Farsça’dan etkilenen bu dili icat etmek için Muhyi uzun yıllarını verir. Bu dilde yaklaşık 200 eser kaleme alır. Bunlar kendi dini yorumlarını, kendi mektuplarını, şiirlerini, hadis, tefsir ve kelam bilgilerini içeren kitaplardır. İcat ettiği yeni dili anlatabilmek için büyük çabalar gösterir Muhyi. Sonuçta kendi düşüncesine destek çıkan insanlar da bulur. Onlarla bilgilerini paylaşır, yeni dili öğretir. Baleybelen’i icat ederkenki tek düşüncesi elbette sadece bilgilerin sırlanması değildir. Bugüne ulaşan yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, ileriki dönemlere yönelik bir başka hedefi de, sadece bu yeni dilin konuşulduğu bir Osmanlı’yı görebilmektir. Ancak bu hedefine hiçbir zaman ulaşamayacaktır.
Muhyi bu dili keşfetme öyküsünü anlatırken, vahiy kavramına sıkça gönderme yapar. Bu anlamda bu dile ilahi bir anlam da yüklemiş olur. Muhyi, kendisinin ilham olarak nitelendirdiği bilgilerin, kendi düşüncelerinin, kendi aklının eseri olacağını düşünemeyecek kadar teslim olmuştur. Her türlü insani çabayı, ilahi bir yardıma dayandıran bir cemiyetin ferdidir o.
İlahi mucizeler
Kendi hayatını anlattığı eserlerinde sık sık ilahi mucizelere gönderme yapar. Örneğin kendisi için 77 rakamının özel bir anlamı vardır. Bir Nakşi şeyhinden aldığı bu özel bilgiyi ancak yıllar sonra yorumlayabilecektir. Sonradan bilgilerine değer verdiği Hafız Muhammed adındaki Nakşi Şeyh, Muhyi ile tanıştığında 77 yaşındadır. Tanıştıklarında kendi yaşını ima ederek “Sana dahi yetmiş yedide çok hakikatler nasip olacak” der. Hicri 977 yılında bu şeyhle olan görüşmelerini kaleme aldığında bu anıyı hatırlar Muhyi. Baleybelen ile kaleme aldığı bir çok esere de bu tarihte başlayıp bitirmiştir. Hafız Muhammed’in kendisi için söylediği “makam-ı izze vasıl olursun” cümlesindeki “izz” kelimesinin ebcet hesabı dikkate alındığındaki sayısal değeri de 77’dir. Muhyi, 1604’te öldüğünde yaşı 77’dir.
Tanrı herkese ortak bir mesaj ilettiği gibi, aynı ortak mesajın altında farklı mesajlarda iletir diye düşünür Muhyi ve takipçileri. Bu iletilen mesajlar ancak irfani bilgiye sahip olanlara hitap eder. Bu bilgi ehli tarafından yazıya dökülmeli ama mutlaka sırlanmalı düşüncesine sıkı sıkıya bağlıdırlar diye düşünürler. Elbette bu düşünceleri nedeniyle de eleştirilirler. Hatta Muhyi, yeni bir dil oluşturarak kendisini tanrıya eş koştuğu şeklindeki yaklaşımlar nedeniyle büyük baskılar görür. Tam olarak kesinlik kazanmamış olsa da hayatının son dönemini geçirdiği ve öldüğü Kahire’ye gidiş nedeni de muhtemelen bu baskılardır. Zaten Baleybelen’le kaleme aldığı 200 eseri de bu şehirdeki Gülşeni asitanesinin kütüphanesinde saklar. İcat ettiği bu yeni dil de hemen hemen kendisinin ölümüyle beraber tarihe gömülür. Muhyi’nin büyük idealleri de, Baleybelen’in unutulmasıyla hiç kurgulanmamışçasına unutulur…
Muhyi’ni geride bıraktığı eserlerin pek azına ulaşılabilmiş durumda. Baleybelen Risaleleri adı verilen bu eserlerden bazıları şunlar: Menakıb-ı İbrahim-i Gülşeni’de, ait olduğu takikatın şehhinin hayatını, Nefhatü’l-Eshar’da mistik tecrübelerini, tanıdığı şeyhlerin hikmetlerini, Ahlak-ı Kiram’da ideal aile ahlak yapısı hakkındaki düşüncelerini, Kitab-ı Me’ab’da tanrı bilgisine ait detayları, Mevlevi’de İstanbul’dan Kahire’ye uzanan mistik tekâmülünü anlatır.
200 yıl sonra Halep
Muhyi’nin ve Baleybelen’in kayıp yolculuğu yaklaşık 200 yıl sürer. Bu süre içerisinde hiç kimse böyle bir yapma dil olduğunu hatırlamayacak ve bilmeyecektir. Ta ki, 1813 yılında Paris’teki Oryantal Diller Okulunda çalışan akademisyen Sylvestre Sacy’nin kaleme aldığı bir makaleye kadar. Fransız araştırmacı Rousseau, Halep'te tanımadığı dilde bir esere rastlar. Sorup soruşturur, sonuç alamaz. Eserin giriş sayfasının kopyasını İstanbul’da Alman Elçiliği’nde ateşe olan tarihçi Hammer'e gönderir. Esrarengiz sayfanın şifresini Hammer de çözemez, işi doğubilimci Sacy’e havale eder. Sacy 8 yıl kadar sonra söz konusu kitabın başka nüshasını İmparatorluk Kütüphanesi'ndeki doğu yazmaları koleksiyonunda bulur. Sacy’e göre, Baleybelen ya kaybolmuş bir millete ait veya Doğu kabalistlerinin kullandığı bir gizli dildir. Sacy’nin elinde olan parça sadece Baleybelen’in sözlük bölümüdür. Bu nedenle onun ne olduğu konusunda net bir fikre sahip olamaz. Bu dilin ne zaman, kim ve hangi amaçla üretildiğini anlayamaz. Ona göre çözemediği bu dil, ya kaybolmuş bir kültüre ait bir dil ya da kabalistlerin kullandığı şifreli bir dildir. Sacy’nin bu makalesinin dışında Baleybelen ile ilgili tek bilimsel çalışma İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mithat Sertoğlu’nun 1966 tarihinde yayınladığı “İlk milletlerarası dili bir Türk icat etmişti” başlıklı makalesidir.
Baleybelen’in şifrelerini beş yıllık bir çalışma sonrasında çözen kişi Mustafa Koç olur. Kayseri İmam Hatip Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan, yüksek lisans ve doktorasını da bu fakültede yapan Mustafa Koç’un Baleybelen’in çözme süreci tam anlamıyla bir macera…
Türk dili tarihi konusunda araştırmalar yapan Mustafa Koç, İmparatorluk Kütüphanesi yazmalarını incelerken Sacy’nin makalesine rastlar. Makalede adı geçen Muhyi’yi Osmanlıca kaleme aldığı eserlerden tanıyan Koç, makalede söz edilen yabancı dilin ne olduğunu merak eder. Bu merak, Türkiye-Fransa-Mısır üçgeninde tam 5 sene sürecek olan zorlu bir sürecin de başlangıcı olur.
“İlk iş olarak Sacy’nin bahsettiği yazmaları aramaya başladım. Ama İmpartorluk’tan Cumhuriyet’e geçme sürecini yaşayan Fransa’da bu tür belgelere ulaşmak çok zordu. O süreç içerisinde bu belgeler çok yer değiştirmişti. Bu bahsettiğim metin 200 varaklık bir metindi. Uzun süren araştırmalarımın sonucunda bunların Arapça yazmalar koleksiyonunda olduğunu gördüm. Yazmaları zor bulmamın bir diğer nedeni de, kataloğu hazırlayanların bu metinleri hangi dilin arşivine koyacağını bilememeleriydi. Çünkü Osmanlı harfleri kullanıldığı halde çözülemeyen bir dil kullanılmıştı.
Bulduğum bölüm sadece sözlük bölümüydü. Esas öğrenmem gereken konu gramerdi. Muhyi’nin şiirleri üzerine çalışmış olan hocalarımdan aradığım yazmaların Kahire’de olduğunu öğrendim. Ömrünün uzun bir bölümünü Kahire’de geçiren Muhyi’nin yaşadığı yerleri görmek için de Kahire’ye gitmek benim için iyi bir deneyim olacaktı. Olanaklarımı zorlayarak Mısır’a gittim. Mısır Milli Kütüphanesi’nde aradığım yazmaları buldum. Orada geçirdiği birkaç hafta boyunca da, Muhyi’nin mezarını, yaşadığı tekkeyi de gördüm.”
Baleybelen’in geremer yapısını ve sözcüklerin Osmanlıca karşılıklarını içeren bölümler artık Mustafa Koç’un elindedir. Peki dilin ses yapısı ne olacaktır?
“Baleybelen’in ses yapısını anlatan bölümlere ihtiyacım vardı. Bu olmazsa elimdeki bilgilerin hiçbir önemi yoktu. Bu sorunu çözmemin tek yolu da Muhyi’nin bu konudaki notlarına ulaşmamdan geçiyordu. Tamamen bir tesadüf eseri Hacı Selim Ağa kütüphanesinde bu notlara da ulaştım. Bu notlarda Muhyi’nin yeni keşfettiği dille ilgili egzersizleri yer alıyordu. Farsça bir sözlüğün üzerine aldığı bu notları bularak büyük bir adım atmış oldum.
Karşı karşıya kaldığım yeni dili, Göktürk anıtlarını ilk kez görüp, burada neler yazdığını anlamaya çalışan bir adamın şaşkınlığıyla izledim. Çalıştıkça parça parça dil ve metin çözülmeye başladı.”
Baleybelen’le ilgili yaptığı çalışmaları, “ İlk Yapma Dil Baleybelen” adlı bir kitapta toplayan Mustafa Koç’un, Muhyi’nin icat ettiği dili “ilk” olarak nitelendirmesinin nedeni ise bu konuda yapılan tarihi bir hatayı düzeltmektir. Batılıların yazdığı tarihe bakıldığında, ilk icat edilen yapma dilin 1887 tarihinde Polonyalı Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından üretilen Esperanto olduğu görülür. Zamenhof bir Polonyalı Yahudi’dir. Yahudilerin içe kapanıklıklarının iletişimsizliğe dolayısıyla da sosyal bir gerginliğe neden olmasından rahatsız olan Zamenhof’un Esperanto’yu icat etmesinin en önemli nedeni de budur. Ona göre, milletler arası ilişkilerde kullanılanacak böylsesi yapay bir dil iletişimsizliği de sona erdirecektir. Muhtemelen “ümit eden” anlamına gelen bu yapay dil için bu ismin seçilme nedeni de budur.
Bugün yüzlerce internet sitesi Esperanto’yu öğrenmek isteyenlere yardımcı oluyor. Bu sitelerin belirttiğine göre de günümüzde Esperanto’yu kullanebilenlerin sayısı bir buçuk milyonu buluyor.
Mustafa Koç’un Muhyi ve Baleybelen hakkında yaptığı çalışma da tarihi bir bilgi hatasını düzeltir nitelikte.
İlahi Adem dilini ararken icat edilen yeni diller
Yapma dil araştırmaları ve tartışmaları, Adem’in ilinin halen devam edip etmediği tartışmalarının üzerine başlar. Adem, öğreticisi tanrı olan bir dili konuşuyorsa o dil doğal olarak ilahi bir dildir. İşin içerisinde tanrı olduğu için de doğal olarak mükemmel bir dildir. Batı medeniyeti, klasik dönemde bu dilin, devam edip etmediği konusunda bir takım tartışmalara girer. Üzerinde tartışılan ilk metinler kutsal metinlerdir. Yani Tevrat. Bu tartışmalarda bir Babil travmasından bahsedilir. Babil’in dağılmasına kadar Adem’in çocukları, Adem’e ait olan standart bir dili konuşurken, Babil’in dağılma sürecinde yoldan çıkan insanlar tanrıya baş kaldırır ve tanrı onları cezalandırılır. Bu ceza öyle şiddetlidir ki Babil’liler bir travma geçirirler. İlahi ve kusursuz olan dillerini bu travma sonrasında kaybederler. Yeryüzüne dağılan Babil’lilerin her bir kolu farklı bir dil konuşmaya başlarlar. Artık kutsal ve kusursuz olan dil tarihe karışmıştır. .
Bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar hep dünya üzerinde konuşulan dillerden birinin Adem’in dili olduğu anlayışı etrafında yapılır. Bu tartışmaların içerisine millilik anlayışı da girince, her millet kendi konuştuğu dilin o ilk ilahi dil olduğunu ileri sürer. İrlandalılar, İskoçlar, İngilizler, Fransızlar ve Avrupa’daki hemen tüm milletler bunu yapar.
Kutsal dilin ne olduğu doğu dünyasında da tartışılır. Genellikle dini referanslara başvurulur. Peygamber adına hadisler uydurulur. İranlılar Farsça’nın, Araplar Arapça’nın o ilk kutsal dil olduğunu iddia ederler. Türk dünyasında da bu tartışmalar yapılır. 15’inci yüzyılda bile Adem’in dilinin Türkçe olduğu yazılıp konuşulur. Örneğin Kaygusuz Abdal’ın böyle bir görüşü vardır. Kaygusuz Abdal bir manzum eserinde şöyle bir hikâyeyi de anlatır. Adem cennette o ilk günahı işlediğinde, Allah Cebrail’e ‘söyle Adem’e cennetten çıksın’ der. Cebrail de gider bunu iletir. Ancak Adem çıkmaz. İkinci defa Allah aynı isteği tekrar eder. Adem yine çıkmaz. Cebrail döner Allah’a ‘Yarabbim kulun Adem cennetten çıkmıyor’ der. Bunun üzerine Allah, “Ona Türkçe söyle, o Türkçe’den başka dilden anlamaz’ der.
Yapma dillerin tarihi de, Adem’in dilini bulma çabalarının sonucu başlar. Mükemmel dil arayışının tarihidir bu aynı zamanda. Bu arayışların merkezi ise genellikle Batı dünyası olur. Batıda yapma dil arayışları genellikle mantık ve matematiksel araçlar kullanılarak kurgulanır.
Dünya kalabalıklaştıkça insanlar ve toplumlar arası diyaloglar da artar. Özellikle imparatorluk kültürü bu ilişkileri daha da yoğunlaştırmıştır. Bu diyalog kimilerine göre oluşturulacak yeni bir yapma dil ile daha kolay sağlanacaktır. Bu sayede toplumlar çok daha rahat anlaşacak, birlik ve beraberlik sorunu ortadan kalkacaktı. Bu anlamda ciddiye alınabilecek ilk çalışmalar 1879’da Johann Martin Scleyer tarafından üretilen Volapük ve 1887 tarihinde Leyzer Ludvik Zamenhof tarafından üretilen Esperanto’dur. Bunların içerisinde en çok taraftar bulan Esperanto’dur.
“O, her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu”
Mustafa Koç, Muhyi’yi ve yaşadığı dönemi şöyle anlatıyor:
Muhyi 16’ncı yüzyılın az tanınan en derin simalarından birisi. Onun kadar önemli bir şahsiyetin modern zamanlarda adının anılmaması çok ilginç. Oysa Muhyi çalışmalarında çok alışkın olmadığımız halde çok konuşuyor. İç dünyasını çokça anlatıyor. Çok önemli bir sufi ama takipçileri çıkmamış. Kuvvetli bir kalem üzerinde çalışan birileri yok. Modern dönemin medrese camiası ve ilahiyatçılarımız onu tanımıyor. Doğu dillerini çok iyi bilen Muhyi, daha 15 yaşındayken Farsça metinler üretiyor. Çok önemli ilim adamlarından dersler almış. Yaşadığı dönemin en önemli isimleriyle sürekli olarak birlikte olmuş.
Muhyi 16’ncı yüzyıl Osmanlısının bütün katmanlarını çok iyi biliyor. Saray hayatından sufi müesseselere, medreseden ticari hayata kadar her şeyi anlatıyor kitaplarında. Bu kitaplarda bulduğu her fırsatta da kendi iç dünyasıyla ilgili bilgileri ve tecrübelerini de aktarmaktan kaçınmıyor.
Muhyi yaşadığı imparatorluğun hemen tüm bölgelerini çok iyi biliyor. Nasıl bir karışımın içerisinde var olduğunu da görüyor. Farklı din ve dilleri tanıyor. Bu yabancı dili konuşan grupların ortak bir dil kullanması gerektiği inancına kapılıyor. Hatta imparatorluk toprakları içerisindeki tüm insanların bir gün anadillerini bırakıp, Baleybelen’le okuyup yazacaklarını hayal ettiğini kendi metinlerinde de belirtiyor.
O her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu. Şeytan’ı bile tanrının bir yansıması olarak görüyor. Ona göre tanrı yoldan çıkarır. Şeytansa yoldan çıkarma konusundaki en usta varlıktır. Öyleyse tanrının yoldan çıkarma sıfatının en güzel tecellisi şeytandır. Kelamcılar tanrıyı her türlü beşeri sıfattan uzak tutmaya çalışırken, Muhyi’ninki gibi bir yorumu ve bu yorumu yapanları kabul etmelerinin imkanı yoktur. İnsanı tanrılaştıran, tanrıyı mükemmel insan olarak gören anlayış elbette çok sert tutumlara maruz kalmıştır. İşte Oğlanlar Şeyhi’ni Sultanahmet meydanında idama götüren düşünceler de bunlardı. İdamın en önemli nedeni ise bu düşüncelerin geniş halk kitlelerine yayılmak istenmesiydi. Şeyh Muhyiddin-i Karamani de, “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” derken bu anlayışını anlatıyordu. Kelamcılara göre bu düşünceler son derece sakıncalıydı. Ve idam için iyi bir gerekçeydi.
Baleybelen sözlüğü
Mustafa Koç’un kalene aldığı 750 sayfalık kitapta: Muhyi’nin hayatı, Baleybelen’in bulunuş süreci, dilin gramer ve ses yapısı hakkındaki bilgilerin yanında bir de saölüğr yer veriliyor. İşte Türkçe’den Baleybelen’e bazı sözcüklerin kitapta yer alan karşılıkları:
Aşık: Set
Baş kesen: Fer’az
Cin: Nib
Çıyan: Kaçev
Deri soymak: Neçem
Ekmek: Betem
Fal: Neyad
Gölge: Şal
Helak: Deşak
Irak: Feyam
İftira: Kilar
Kabus: Binhav
Laf: Kebe
Mana: Gebi
Nefes: Ad
Oluk: Dişab
Ökçe: Vepil
Padişah: Minal
Rabb: Beslecen
Selvi: Recid
Şakak: Firnir
Tanrı: Ban
Uç: Refey
Ümmet: Deras
Vücud: Bahreme
Ya Allah: Yaan
Zemin: Çeb
Güçlü Özgan
Yedi cihana hükmedilen bir yüzyıldır 16’ncı yüzyıl Osmanlı için… Kayıtsız şartsız bir üstünlüğü vardır imparatorluğun dünya coğrafyasında. Üstelik bu büyüklüğün nedeni sadece toprakların genişliğinden, ekonomik anlamdaki gelişmişlikten kaynaklanmamaktadır. Farklı dine inanan, farklı dilleri konuşan, farklı ırklara mensup yüzlerce farklı kültür imparatorluğun güvenli şemsiyesi altında varlığını sürdürmektedir.
Ancak kimileri için sanıldığından farklı bir tehdit söz konusudur… Üstelik tehdit altındakiler hakim dine mensup kişilerin bir kısmıdır… Katı Arap taassubunun hakim olduğu İslam anlayışına, saray sıkı sıkıya bağlıdır… Bu anlayışı da Şeyhülislamlık kurumu altından bir politika haline getirmiştir. İslam’ın farklı yorumlarına, gözler kulaklar ve kalpler kapalıdır… Dağda, taşta, suda, insanda; Allah her yerdedir ve her şeydir olarak özetlenebilecek “vahdetivücut” anlayışını benimseyen kimi sufiler için darağacı neredeyse kaderin diğer adıdır… Resmi olarak yasaklanmasa da, İbni Arabi, Mevlana gibi bir isimlerin görüşlerini tartışmak büyük tehlikeyi kabullenmektir. Mesnevi’yi okuyanlar, Mesnevi’nın farklı yorumlarını insanlara anlatanlar, dergahlarda bunları okuyup konuşanlar için ölün neredeyse kaçınılmazdır. Tanrı anlayışını “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” olarak anlatan Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin asıldıkları bir yüzyıldır 16. yüzyıl Osmanlı için.
İnsanın tanrılaşması ya da…
Asıl sorun insanın tanrılaştırılması ya da tanrının insanlaştırılmasıdır. Burada tam bir uzlaşma sağlanamamaktadır. Devletin kontrolündeki medreselerde kelam adı verilen ve her türlü yoruma kapalı itikadi din formu öğretilirken, sufilerin dergâhlarında bu sistem olabildiğince eleştirilmektedir.
Bu şartlar içerisinde sufilerin kendi düşüncelerini, din ve tanrı yorumlarını konuşarak yaymalarının ya da belgelemelerinin imkanı yoktur. Yazı şarttır… Ve hatta belki de kendilerinin dışındakilerin anlayamayacağı özel bir dil ve yazı şekli de şarttır. İmparatorlukta itikadi boyutta yaşanan bu tartışmaların doruğa çıktığı yıllarda, sufiler adına çözüm bir şairden gelir. Muhyi-i Gülşeni.
1528 – 1604 tarihlerinde yaşamış olan Muhyi, bugün adı sadece birkaç akademisyen tarafından hatırlanan bir isim olsa da, yaşadığı dönemde Osmanlı’nın en tanınan şairlerinden bir tanesidir. Ailesi devlet içerisinde yüksek mevkilerde görevli olduğu için medrese eğitimi almıştır. Ve hatta kendisi de saraya yakın bir görüntü çizmektedir. Şiirleri padişaha okunmakta ve büyük takdir görmektedir. Bu sayede geniş bir çevre de edinmiştir. Şeyhülislam Ebu Suud’la oturup sohbet eder, ertesi gün sufi anlayışa sahip bir insan olarak dergâhlarda gönüldaşlarıyla sabahlara kadar ibadet ederdi. Muhyi asıl olarak Halveti tarikatının Gülşeni koluna bağlıdır
Baleybelen ile ‘sır’lanan eserler
Bir sufi olarak o da, tanrı adı verilen o yüce varlığın sırlarına ulaşmak, ne kadar tanrılaşabileceğini görmek istemektedir. Bunun için hayatını gözünü kırpmadan feda edebileceği yola gönüllü olarak girmiştir. Bu yolda konuşulanların, yazılanların ve hatta düşünülenleri, kendi icat ettiği Baleybelen adını verdiği yapma dille sırlanması gerektiğine inanmaktadır. Ancak bu sayede o büyük sırrı kendilerine saklamış ve kaybolup gitmesini engellemiş olacaktır. Aslında bu yöntem aslında sufiliğin ortaya çıkışından beri uygulanmaktadır. Bilgi ancak, o bilgiyi almaya isteği ve kabiliyeti olan insanlara verilmelidir. Bunun dışındaki zümrelerden sakınılmalıdır. Muhyi yazılarında kendisini “zeban-zede-i ebkeman” dilsizlere dil veren olarak tanımlar. İcat ettiği yapma dilin Türkçe’deki anlamı da “dilsizlere dil veren”dir.
Baleybelen; grameri, cümle kurgusu hatta ses kullanımıyla tamamen orijinal bir dildir. Türkçe, Arapça ve Farsça’dan etkilenen bu dili icat etmek için Muhyi uzun yıllarını verir. Bu dilde yaklaşık 200 eser kaleme alır. Bunlar kendi dini yorumlarını, kendi mektuplarını, şiirlerini, hadis, tefsir ve kelam bilgilerini içeren kitaplardır. İcat ettiği yeni dili anlatabilmek için büyük çabalar gösterir Muhyi. Sonuçta kendi düşüncesine destek çıkan insanlar da bulur. Onlarla bilgilerini paylaşır, yeni dili öğretir. Baleybelen’i icat ederkenki tek düşüncesi elbette sadece bilgilerin sırlanması değildir. Bugüne ulaşan yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, ileriki dönemlere yönelik bir başka hedefi de, sadece bu yeni dilin konuşulduğu bir Osmanlı’yı görebilmektir. Ancak bu hedefine hiçbir zaman ulaşamayacaktır.
Muhyi bu dili keşfetme öyküsünü anlatırken, vahiy kavramına sıkça gönderme yapar. Bu anlamda bu dile ilahi bir anlam da yüklemiş olur. Muhyi, kendisinin ilham olarak nitelendirdiği bilgilerin, kendi düşüncelerinin, kendi aklının eseri olacağını düşünemeyecek kadar teslim olmuştur. Her türlü insani çabayı, ilahi bir yardıma dayandıran bir cemiyetin ferdidir o.
İlahi mucizeler
Kendi hayatını anlattığı eserlerinde sık sık ilahi mucizelere gönderme yapar. Örneğin kendisi için 77 rakamının özel bir anlamı vardır. Bir Nakşi şeyhinden aldığı bu özel bilgiyi ancak yıllar sonra yorumlayabilecektir. Sonradan bilgilerine değer verdiği Hafız Muhammed adındaki Nakşi Şeyh, Muhyi ile tanıştığında 77 yaşındadır. Tanıştıklarında kendi yaşını ima ederek “Sana dahi yetmiş yedide çok hakikatler nasip olacak” der. Hicri 977 yılında bu şeyhle olan görüşmelerini kaleme aldığında bu anıyı hatırlar Muhyi. Baleybelen ile kaleme aldığı bir çok esere de bu tarihte başlayıp bitirmiştir. Hafız Muhammed’in kendisi için söylediği “makam-ı izze vasıl olursun” cümlesindeki “izz” kelimesinin ebcet hesabı dikkate alındığındaki sayısal değeri de 77’dir. Muhyi, 1604’te öldüğünde yaşı 77’dir.
Tanrı herkese ortak bir mesaj ilettiği gibi, aynı ortak mesajın altında farklı mesajlarda iletir diye düşünür Muhyi ve takipçileri. Bu iletilen mesajlar ancak irfani bilgiye sahip olanlara hitap eder. Bu bilgi ehli tarafından yazıya dökülmeli ama mutlaka sırlanmalı düşüncesine sıkı sıkıya bağlıdırlar diye düşünürler. Elbette bu düşünceleri nedeniyle de eleştirilirler. Hatta Muhyi, yeni bir dil oluşturarak kendisini tanrıya eş koştuğu şeklindeki yaklaşımlar nedeniyle büyük baskılar görür. Tam olarak kesinlik kazanmamış olsa da hayatının son dönemini geçirdiği ve öldüğü Kahire’ye gidiş nedeni de muhtemelen bu baskılardır. Zaten Baleybelen’le kaleme aldığı 200 eseri de bu şehirdeki Gülşeni asitanesinin kütüphanesinde saklar. İcat ettiği bu yeni dil de hemen hemen kendisinin ölümüyle beraber tarihe gömülür. Muhyi’nin büyük idealleri de, Baleybelen’in unutulmasıyla hiç kurgulanmamışçasına unutulur…
Muhyi’ni geride bıraktığı eserlerin pek azına ulaşılabilmiş durumda. Baleybelen Risaleleri adı verilen bu eserlerden bazıları şunlar: Menakıb-ı İbrahim-i Gülşeni’de, ait olduğu takikatın şehhinin hayatını, Nefhatü’l-Eshar’da mistik tecrübelerini, tanıdığı şeyhlerin hikmetlerini, Ahlak-ı Kiram’da ideal aile ahlak yapısı hakkındaki düşüncelerini, Kitab-ı Me’ab’da tanrı bilgisine ait detayları, Mevlevi’de İstanbul’dan Kahire’ye uzanan mistik tekâmülünü anlatır.
200 yıl sonra Halep
Muhyi’nin ve Baleybelen’in kayıp yolculuğu yaklaşık 200 yıl sürer. Bu süre içerisinde hiç kimse böyle bir yapma dil olduğunu hatırlamayacak ve bilmeyecektir. Ta ki, 1813 yılında Paris’teki Oryantal Diller Okulunda çalışan akademisyen Sylvestre Sacy’nin kaleme aldığı bir makaleye kadar. Fransız araştırmacı Rousseau, Halep'te tanımadığı dilde bir esere rastlar. Sorup soruşturur, sonuç alamaz. Eserin giriş sayfasının kopyasını İstanbul’da Alman Elçiliği’nde ateşe olan tarihçi Hammer'e gönderir. Esrarengiz sayfanın şifresini Hammer de çözemez, işi doğubilimci Sacy’e havale eder. Sacy 8 yıl kadar sonra söz konusu kitabın başka nüshasını İmparatorluk Kütüphanesi'ndeki doğu yazmaları koleksiyonunda bulur. Sacy’e göre, Baleybelen ya kaybolmuş bir millete ait veya Doğu kabalistlerinin kullandığı bir gizli dildir. Sacy’nin elinde olan parça sadece Baleybelen’in sözlük bölümüdür. Bu nedenle onun ne olduğu konusunda net bir fikre sahip olamaz. Bu dilin ne zaman, kim ve hangi amaçla üretildiğini anlayamaz. Ona göre çözemediği bu dil, ya kaybolmuş bir kültüre ait bir dil ya da kabalistlerin kullandığı şifreli bir dildir. Sacy’nin bu makalesinin dışında Baleybelen ile ilgili tek bilimsel çalışma İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mithat Sertoğlu’nun 1966 tarihinde yayınladığı “İlk milletlerarası dili bir Türk icat etmişti” başlıklı makalesidir.
Baleybelen’in şifrelerini beş yıllık bir çalışma sonrasında çözen kişi Mustafa Koç olur. Kayseri İmam Hatip Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan, yüksek lisans ve doktorasını da bu fakültede yapan Mustafa Koç’un Baleybelen’in çözme süreci tam anlamıyla bir macera…
Türk dili tarihi konusunda araştırmalar yapan Mustafa Koç, İmparatorluk Kütüphanesi yazmalarını incelerken Sacy’nin makalesine rastlar. Makalede adı geçen Muhyi’yi Osmanlıca kaleme aldığı eserlerden tanıyan Koç, makalede söz edilen yabancı dilin ne olduğunu merak eder. Bu merak, Türkiye-Fransa-Mısır üçgeninde tam 5 sene sürecek olan zorlu bir sürecin de başlangıcı olur.
“İlk iş olarak Sacy’nin bahsettiği yazmaları aramaya başladım. Ama İmpartorluk’tan Cumhuriyet’e geçme sürecini yaşayan Fransa’da bu tür belgelere ulaşmak çok zordu. O süreç içerisinde bu belgeler çok yer değiştirmişti. Bu bahsettiğim metin 200 varaklık bir metindi. Uzun süren araştırmalarımın sonucunda bunların Arapça yazmalar koleksiyonunda olduğunu gördüm. Yazmaları zor bulmamın bir diğer nedeni de, kataloğu hazırlayanların bu metinleri hangi dilin arşivine koyacağını bilememeleriydi. Çünkü Osmanlı harfleri kullanıldığı halde çözülemeyen bir dil kullanılmıştı.
Bulduğum bölüm sadece sözlük bölümüydü. Esas öğrenmem gereken konu gramerdi. Muhyi’nin şiirleri üzerine çalışmış olan hocalarımdan aradığım yazmaların Kahire’de olduğunu öğrendim. Ömrünün uzun bir bölümünü Kahire’de geçiren Muhyi’nin yaşadığı yerleri görmek için de Kahire’ye gitmek benim için iyi bir deneyim olacaktı. Olanaklarımı zorlayarak Mısır’a gittim. Mısır Milli Kütüphanesi’nde aradığım yazmaları buldum. Orada geçirdiği birkaç hafta boyunca da, Muhyi’nin mezarını, yaşadığı tekkeyi de gördüm.”
Baleybelen’in geremer yapısını ve sözcüklerin Osmanlıca karşılıklarını içeren bölümler artık Mustafa Koç’un elindedir. Peki dilin ses yapısı ne olacaktır?
“Baleybelen’in ses yapısını anlatan bölümlere ihtiyacım vardı. Bu olmazsa elimdeki bilgilerin hiçbir önemi yoktu. Bu sorunu çözmemin tek yolu da Muhyi’nin bu konudaki notlarına ulaşmamdan geçiyordu. Tamamen bir tesadüf eseri Hacı Selim Ağa kütüphanesinde bu notlara da ulaştım. Bu notlarda Muhyi’nin yeni keşfettiği dille ilgili egzersizleri yer alıyordu. Farsça bir sözlüğün üzerine aldığı bu notları bularak büyük bir adım atmış oldum.
Karşı karşıya kaldığım yeni dili, Göktürk anıtlarını ilk kez görüp, burada neler yazdığını anlamaya çalışan bir adamın şaşkınlığıyla izledim. Çalıştıkça parça parça dil ve metin çözülmeye başladı.”
Baleybelen’le ilgili yaptığı çalışmaları, “ İlk Yapma Dil Baleybelen” adlı bir kitapta toplayan Mustafa Koç’un, Muhyi’nin icat ettiği dili “ilk” olarak nitelendirmesinin nedeni ise bu konuda yapılan tarihi bir hatayı düzeltmektir. Batılıların yazdığı tarihe bakıldığında, ilk icat edilen yapma dilin 1887 tarihinde Polonyalı Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından üretilen Esperanto olduğu görülür. Zamenhof bir Polonyalı Yahudi’dir. Yahudilerin içe kapanıklıklarının iletişimsizliğe dolayısıyla da sosyal bir gerginliğe neden olmasından rahatsız olan Zamenhof’un Esperanto’yu icat etmesinin en önemli nedeni de budur. Ona göre, milletler arası ilişkilerde kullanılanacak böylsesi yapay bir dil iletişimsizliği de sona erdirecektir. Muhtemelen “ümit eden” anlamına gelen bu yapay dil için bu ismin seçilme nedeni de budur.
Bugün yüzlerce internet sitesi Esperanto’yu öğrenmek isteyenlere yardımcı oluyor. Bu sitelerin belirttiğine göre de günümüzde Esperanto’yu kullanebilenlerin sayısı bir buçuk milyonu buluyor.
Mustafa Koç’un Muhyi ve Baleybelen hakkında yaptığı çalışma da tarihi bir bilgi hatasını düzeltir nitelikte.
İlahi Adem dilini ararken icat edilen yeni diller
Yapma dil araştırmaları ve tartışmaları, Adem’in ilinin halen devam edip etmediği tartışmalarının üzerine başlar. Adem, öğreticisi tanrı olan bir dili konuşuyorsa o dil doğal olarak ilahi bir dildir. İşin içerisinde tanrı olduğu için de doğal olarak mükemmel bir dildir. Batı medeniyeti, klasik dönemde bu dilin, devam edip etmediği konusunda bir takım tartışmalara girer. Üzerinde tartışılan ilk metinler kutsal metinlerdir. Yani Tevrat. Bu tartışmalarda bir Babil travmasından bahsedilir. Babil’in dağılmasına kadar Adem’in çocukları, Adem’e ait olan standart bir dili konuşurken, Babil’in dağılma sürecinde yoldan çıkan insanlar tanrıya baş kaldırır ve tanrı onları cezalandırılır. Bu ceza öyle şiddetlidir ki Babil’liler bir travma geçirirler. İlahi ve kusursuz olan dillerini bu travma sonrasında kaybederler. Yeryüzüne dağılan Babil’lilerin her bir kolu farklı bir dil konuşmaya başlarlar. Artık kutsal ve kusursuz olan dil tarihe karışmıştır. .
Bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar hep dünya üzerinde konuşulan dillerden birinin Adem’in dili olduğu anlayışı etrafında yapılır. Bu tartışmaların içerisine millilik anlayışı da girince, her millet kendi konuştuğu dilin o ilk ilahi dil olduğunu ileri sürer. İrlandalılar, İskoçlar, İngilizler, Fransızlar ve Avrupa’daki hemen tüm milletler bunu yapar.
Kutsal dilin ne olduğu doğu dünyasında da tartışılır. Genellikle dini referanslara başvurulur. Peygamber adına hadisler uydurulur. İranlılar Farsça’nın, Araplar Arapça’nın o ilk kutsal dil olduğunu iddia ederler. Türk dünyasında da bu tartışmalar yapılır. 15’inci yüzyılda bile Adem’in dilinin Türkçe olduğu yazılıp konuşulur. Örneğin Kaygusuz Abdal’ın böyle bir görüşü vardır. Kaygusuz Abdal bir manzum eserinde şöyle bir hikâyeyi de anlatır. Adem cennette o ilk günahı işlediğinde, Allah Cebrail’e ‘söyle Adem’e cennetten çıksın’ der. Cebrail de gider bunu iletir. Ancak Adem çıkmaz. İkinci defa Allah aynı isteği tekrar eder. Adem yine çıkmaz. Cebrail döner Allah’a ‘Yarabbim kulun Adem cennetten çıkmıyor’ der. Bunun üzerine Allah, “Ona Türkçe söyle, o Türkçe’den başka dilden anlamaz’ der.
Yapma dillerin tarihi de, Adem’in dilini bulma çabalarının sonucu başlar. Mükemmel dil arayışının tarihidir bu aynı zamanda. Bu arayışların merkezi ise genellikle Batı dünyası olur. Batıda yapma dil arayışları genellikle mantık ve matematiksel araçlar kullanılarak kurgulanır.
Dünya kalabalıklaştıkça insanlar ve toplumlar arası diyaloglar da artar. Özellikle imparatorluk kültürü bu ilişkileri daha da yoğunlaştırmıştır. Bu diyalog kimilerine göre oluşturulacak yeni bir yapma dil ile daha kolay sağlanacaktır. Bu sayede toplumlar çok daha rahat anlaşacak, birlik ve beraberlik sorunu ortadan kalkacaktı. Bu anlamda ciddiye alınabilecek ilk çalışmalar 1879’da Johann Martin Scleyer tarafından üretilen Volapük ve 1887 tarihinde Leyzer Ludvik Zamenhof tarafından üretilen Esperanto’dur. Bunların içerisinde en çok taraftar bulan Esperanto’dur.
“O, her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu”
Mustafa Koç, Muhyi’yi ve yaşadığı dönemi şöyle anlatıyor:
Muhyi 16’ncı yüzyılın az tanınan en derin simalarından birisi. Onun kadar önemli bir şahsiyetin modern zamanlarda adının anılmaması çok ilginç. Oysa Muhyi çalışmalarında çok alışkın olmadığımız halde çok konuşuyor. İç dünyasını çokça anlatıyor. Çok önemli bir sufi ama takipçileri çıkmamış. Kuvvetli bir kalem üzerinde çalışan birileri yok. Modern dönemin medrese camiası ve ilahiyatçılarımız onu tanımıyor. Doğu dillerini çok iyi bilen Muhyi, daha 15 yaşındayken Farsça metinler üretiyor. Çok önemli ilim adamlarından dersler almış. Yaşadığı dönemin en önemli isimleriyle sürekli olarak birlikte olmuş.
Muhyi 16’ncı yüzyıl Osmanlısının bütün katmanlarını çok iyi biliyor. Saray hayatından sufi müesseselere, medreseden ticari hayata kadar her şeyi anlatıyor kitaplarında. Bu kitaplarda bulduğu her fırsatta da kendi iç dünyasıyla ilgili bilgileri ve tecrübelerini de aktarmaktan kaçınmıyor.
Muhyi yaşadığı imparatorluğun hemen tüm bölgelerini çok iyi biliyor. Nasıl bir karışımın içerisinde var olduğunu da görüyor. Farklı din ve dilleri tanıyor. Bu yabancı dili konuşan grupların ortak bir dil kullanması gerektiği inancına kapılıyor. Hatta imparatorluk toprakları içerisindeki tüm insanların bir gün anadillerini bırakıp, Baleybelen’le okuyup yazacaklarını hayal ettiğini kendi metinlerinde de belirtiyor.
O her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu. Şeytan’ı bile tanrının bir yansıması olarak görüyor. Ona göre tanrı yoldan çıkarır. Şeytansa yoldan çıkarma konusundaki en usta varlıktır. Öyleyse tanrının yoldan çıkarma sıfatının en güzel tecellisi şeytandır. Kelamcılar tanrıyı her türlü beşeri sıfattan uzak tutmaya çalışırken, Muhyi’ninki gibi bir yorumu ve bu yorumu yapanları kabul etmelerinin imkanı yoktur. İnsanı tanrılaştıran, tanrıyı mükemmel insan olarak gören anlayış elbette çok sert tutumlara maruz kalmıştır. İşte Oğlanlar Şeyhi’ni Sultanahmet meydanında idama götüren düşünceler de bunlardı. İdamın en önemli nedeni ise bu düşüncelerin geniş halk kitlelerine yayılmak istenmesiydi. Şeyh Muhyiddin-i Karamani de, “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” derken bu anlayışını anlatıyordu. Kelamcılara göre bu düşünceler son derece sakıncalıydı. Ve idam için iyi bir gerekçeydi.
Baleybelen sözlüğü
Mustafa Koç’un kalene aldığı 750 sayfalık kitapta: Muhyi’nin hayatı, Baleybelen’in bulunuş süreci, dilin gramer ve ses yapısı hakkındaki bilgilerin yanında bir de saölüğr yer veriliyor. İşte Türkçe’den Baleybelen’e bazı sözcüklerin kitapta yer alan karşılıkları:
Aşık: Set
Baş kesen: Fer’az
Cin: Nib
Çıyan: Kaçev
Deri soymak: Neçem
Ekmek: Betem
Fal: Neyad
Gölge: Şal
Helak: Deşak
Irak: Feyam
İftira: Kilar
Kabus: Binhav
Laf: Kebe
Mana: Gebi
Nefes: Ad
Oluk: Dişab
Ökçe: Vepil
Padişah: Minal
Rabb: Beslecen
Selvi: Recid
Şakak: Firnir
Tanrı: Ban
Uç: Refey
Ümmet: Deras
Vücud: Bahreme
Ya Allah: Yaan
Zemin: Çeb
İran namlunun ucunda
Amerika İran’ın ensesinde. Tüm dünya ABD’nin Irak ve Afganistan benzeri bir operasyon yapıp yapamayacağını tartışıyor. ABD’deki düşünce kuruluşları ise tüm çabalarını İran konusunda ne yapmalıyız konusu üzerine yoğunlaştırmış durumda. Bundan ik sene önce şimdiki ABD Savunma Bakanı Gates ve Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yapmış olan Brzezinski’nin başkanlığında hazırlanan İran’ın Zamanı Geldi başlıklı araştırma raporu, süper gücün gelecekteki İran politikası konusunda da ip uçları veriyor. Brzezinski ile bu politikaları ve Türkiye’nin üstleneceği rolü konuştuk.
Güçlü Özgan
ABD Başkanının ülkede yapılan son seçimlerde uğradığı büyük oy kaybı e snatodaki Cumhuriyetçilerin çoğunluklarını kaybetmesi, ABD halkının Bush yönetiminin Irak ve Afganistan politikalarına karşı olan tavrının bir göstergesi olarak görülüyordu. Bu yenilgi edeniyle, bu ülkelere yönelik olarak yapılan operasyonların baş aktörü olarak görülen Savunma Bakanı Donald Rumsfeld koltuğundan oluyordu. Rumsfeld’den boşalan koltuğa
Nispeten daha ılımlı politikalar benimseyen eski CIA Başkanı Robert Gates oturuyordu. Daha önce Baba Bush’un ekibinin önde gelen isimlerinden birisi olan Gates ile ABD politikalarında radikal değişiklikler beklemenin hayalcilik olarak değerlendiriliyor. Ama bu ‘yeni’ ismin Bush’a az da olsa nefes aldıracağı kesin. Irak’taki askerlerini geri çekmeye hazırlanan hazırlanan ABD’nin yeni hedefi ise İran. İran’ın elindeki nükleer teknolojinin silah üretiminde kullanılacağı endişesini taşıyan ABD, bu iddiasıyla tıpkı Irak’ta yaptığı gibi İran’ı da köşeye sıkıştırma politikası güdüyor. Peki gelecekte Gates ile bu ülkeye yönelik olarak uygulanan politikalarda nasıl manevralar izleyeceğiz? Bu manevralarda Türkiye’ye biçilen rol ne olacak? ABD’nin yeni bir işgal planı olacak mı? Bütün bu soruların yanıtı 2004 yılında şimdiki Savunma Bakanı Robet Gates ve Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı olan Dr. Zbigniew Brzezinski’nin yönetimindeki bir ekip tarafından hazırlanan “İran’ın Zamanı Geldi” başlıklı çalışmada yer alıyor. Çalışma, Profil yayınevi tarafından “İran’ın Zamanı Geldi başlığıyla Türkçe’ye çevrilip geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Biz de ABD’nin yeni Savunma Bakanı ile birlikte çalışmanın altına imza atan Brzezinski ile İran politikasının gelecekteki seyri konusunda konuştuk.
Gates’in Savunma bakanlığı koltuğuna oturmasıyla ABD’nin İran politikalarında nasıl bir değişiklik süreci yaşanabilir?
Mutlaka olacaktır. İran’la siyasi bir diyalog kurmak için, İran’ın nükleer hırsı ve bölgedeki ihtilaflara karışması gibi sorunların çözüme kavuşması beklenmemelidir. Bunun yerine, seçici bir siyasi ilişki sürecinin başlatılması, potansiyel olarak bu ayrılıklara hitap edecek bir yol sunulmaktadır. Tıpkı ABD’nin bir yandan iç ve dış politikalarının belirli yönlerine kuvvetle karşı çıkarken Çin ile yapıcı bir ilişkiyi koruması gibi (ve daha önce Sovyetler Birliği ile yaptığı gibi), Washington bir yandan sakıncalı politikalarına karşı mücadele ederken, ortak çıkar noktalarını bulmaya hazır olarak İran’a yaklaşmalıdır. Tahran’la nihayetinde gerçek bir uzlaşma sadece nükleer silahlar, terörizm ve bölgesel istikrar konularını içeren ABD’nin en önemli kaygılarında anlamlı bir ilerleme olduğu bir ortamda oluşabilir.
Bu raporda, ilişkilerin sınırlı da olsa geliştirilmesi gerektiğini, İran’da rejimin yıkılmasının neredeyse imkânsız olduğu belirtiliyor. Size göre ABD yönetimi bu anlayışını benimseyecek midir?
İran ve Birleşik Devletler arasındaki çözümlenmemiş ihtilafları kapsamlı olarak çözüme kavuşturacak “büyük bir anlaşma” gerçekçi bir hedef değildir ve böyle bir hedefin peşinden gitmenin, Washington’un temel çıkarları açısından, yakın gelecekte bir gelişmeye vesile olması mümkün görünmemektedir. Bunun yerine ABD ve İran’ın çıkarlarının birleştiği noktalarda İran’la seçici bir ilişki kurulmasını ve bu ilişkiyi giderek artırarak iki hükümeti bölen sorunların daha geniş bir alana yayılmasını durdurmayı önermekteyim.
Bugünkü ABD yönetiminin, İran’ı işgal ya da rejimini değiştirme gibi açık bir planı var mı?
ABD yönetiminin İran’da rejimi değiştirmek istediği muhakkak. Ama ben şunu öneririm: ABD, İran’da bir rejim değişikliğine dayanmadan demokrasiyi savunmalıdır, çünkü bu milliyetçi hassasiyeti uyandırarak, mevcut rejime karşı olanların dahi rejimi savunmaya geçmelerine neden olacaktır. ABD hükümeti söylem ve politikalarını, İran’ın içeride daha güçlü demokratik kurumlar kurmasını ve dışarıda diplomatik ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesini teşvik edecek siyasi bir değişimi desteklemeye odaklamalıdır. İvedi bölgesel ve uluslararası konulara hitap etmek için mevcut hükümetle ilişki içerisinde olmak, ABD’nin bu amaçlar için verdiği destekle çelişmek durumunda değildir; aslında akılcı bir şekilde yürütülecek olan ilişkiler İran’da değişim olasılığını artıracaktır.
Bundan sonra İran’a karşı nasıl bir politika izlenmelidir?
Bu soruya şöyle cevap verebilirim: Tahran’a yönelik ABD politikaları cezai önlemler kadar teşvik edici unsurlar da içermelidir. ABD’nin kapsamlı, tek yanlı yaptırımlara olan inancı İran’ın davranışını değiştirmede başarılı olamamıştır ve güç tehdidi dışında Washington’u İran hükümetine karşı daha büyük bir baskı unsurundan mahrum bırakmıştır. İran’ın içeride ve dışarıdaki politika seçeneklerini şekillendirmede ekonomik çıkarlarının giderek daha çok önem kazanan rolü göz önünde bulundurulduğunda, Birleşik Devletlerle ticari ilişki olasılığı Washington cephesinde güçlü bir araç olabilecektir.
Yaşanan Irak deneyimi, bu konuda izlenecek yolda taktik değişikliklere neden olabilir mi?
ABD’nin İran’ın yanı başında Afganistan ve Irak’a askeri müdahalesinin bölgedeki jeopolitik görünümü değiştirdiğine inanmaktayım. Bu değişimler, hem Birleşik Devletler’e hem de İran’a, öncelikle bölgesel istikrar gibi ortak çıkarları içeren konular; ve terör ve nükleer silahların yayılması gibi zor konularda karşılıklı faydaya dayanan bir diyalogun başlatılması için yeni teşvik edici unsurlar sunabilir. İran’a yönelik en anlayışlı politikanın dahi İran’ın inatçılığı yüzünden sonuçsuz kalabileceğinin de farkındayız.
Size göre ABD’nin İran içerisindeki muhalif gruplarla olan ilişkisi ne düzeyde?
ABD’nin sadece İran’la değil dünyanın her devletindeki muhalif gruplarla ilişkisi vardır. ABD, İran halkı ve dünyanın geri kalanı arasında siyasi, kültürel ve ekonomik bağları genişletecek önlemler almalıdır. Bu amaçla ABD, İran’da devreye sokmak için sivil toplum kuruluşlarını yetkilendirmeli ve İran’ın Dünya Ticaret Örgütü ile katılım müzakereleri başlatma başvurusuna onay vermelidir. İran’ın tecrit edilmesi, sadece halkının daha demokratik bir hükümet için devam etmekte olan mücadelesini geciktirir ve dünyanın geri kalan kısmına karşı gelmeyi nasihat eden uzlaşma karşıtlarını güçlendirir. İran’ı resmi kurumsal yükümlülüklerle birlikte halklar arasındaki iletişimi genişleterek uluslararası topluma kaynaştırmak, ülke içinde iyi bir yönetim taleplerini şiddetle artıracak ve yurt dışında macera arayışlarına yeni sınırlamalar getirecektir.
Gates, Irak politikalarında bir değişiklik taraftarı mı?
ABD, Irak’ta çok yanlış işler yaptı. Şu anda orada bir kaos olduğu doğrudur. Amerikan askerleri hemen Irak’tan çekilmemelidir. Zaten böyle bir durum başarısızlık olarak algılanır. Ama ABD yönetimi bölge ülkelerini- Suriye, İran vb- çözüme ortak etmelidir.
Böyle bir değişiklik olacaksa, Türkiye’den beklentiler ne düzeyde olacaktır?
Türkiye bölgenin en önemli ve tek demokratik Müslüman ülkesi. Amerika Türkiye’yi hiçe sayamaz. Hem Ortadoğu barışında hem de Irak’taki karışıklıkların halledilmesinde Türkiye’ye aktif roller düşüyor.
Türkiye’den bir destek istendiğinde doğal olarak, Türkiye PKK konusunu masaya getirecektir. ABD, PKK’nin Kuzey Irak’taki faaliyet alanının daraltılması ya da ortadan kaldırılması yönünde bir destek verebilir mi?
ABD’nin PKK konusunda daha somut adımlar atması şart. Yukarıda da söylediğim gibi ABD Türkiye’yi hiçe sayamaz. Bu konunun bir şekilde halledileceğini düşünüyorum. ABD ile Türkiye arasındaki ilişki PKK yüzünden bozulmaz.
Türkiye kamuoyunun ABD ve bölgede izlediği politikalara karşı olumsuz bir bakış açısı bulunuyor. Bu durumu değiştirmek için ABD ne yapmalı?
Bu çok normal. ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinden sonra böyle bir tepki gayet normal. Ama bu durum hep böyle süremez. Amerika’nın bu durumdan kurtulabilmesi için bölge ülkeleriyle diyalogunu artırması lazım.
ABD’nin Ortadoğu’da gerçekten barış istiyorsa ne yapması gerekir?
Birleşik Devletler, Ortadoğu barış sürecinde aktif rol almalı ve önde gelen Arap devletlerini hem süreç açısından hem de kesin bir anlaşma sağlamak için samimi ve sağlam destek sağlamaları için taahhüt vermeye zorlamalıdır. Barışa yönelik bir ilerleme olmadığında, İran’ın İsrail karşıtı kışkırtıcılığı ve faaliyetleri gelişmektedir. Terörist gruplara yardım akışını kesecek çabalar, devam etmekte olan şiddet döngüsüne anlamlı bir alternatif sunacak adımlarla birlikte yürütülmelidir. Arap-İsrail barışını sağlamak amacıyla Washington tarafından yürütülen ciddi çabalar, bölgedeki radikal akımları eninde sonunda engelleyecektir.
Peki, ABD size göre İran’a yönelik politikalarında somut olarak ne yapmalıdır?
Raporda belirtmiştim, ama kısaca şöyle özetleyebilirim:
ABD, İran’a bölgesel istikrarı ilgilendiren belirli konularda doğrudan diyalog önermelidir. Bu, 11 Eylül saldırılarından sonraki on sekiz ay boyunca Tahran’la yürütülen Cenevre izleme müzakerelerinin yeniden başlatılmasını ve geliştirilmesini gerektirmektedir. Diyalog, Irak ve Afganistan’ın merkez hükümetleri içerisindeki otoriteyi sağlamlaştırma ve ekonomilerini tekrar inşa etme sürecine İran’ın yapıcı katılımını teşvik etmek üzerine yapılandırılmalıdır. İran’la düzenli bir temas ayrıca İran’ın faaliyetleri ve her iki ülkenin mücadele eden güç merkezleriyle ilişkisi hakkındaki endişelere yönelik bir kanal sağlayacaktır. Uzlaşma için daha önceki ABD yönetimlerinin önerdiği detaylı bir yol haritasına göz dikmek yerine, İran ile resmi bir diyalog belirlemek için yürütme organı daha basit bir mekanizma taslağı hazırlamayı düşünmelidir. ABD-İran ilişkisinin parametrelerini belirlemek, diyalog için amaçları oluşturmak ve her iki tarafta seçmenlere güvence vermek için Birleşik Devletler ve Çin arasında imzalanan 1972 Şangay Bildirisi doğrultusunda temel bir ilkeler bildirgesi geliştirilebilinir. Böyle bir bildirgeyi tasarlama çabaları yapıcı bir odak kazandıracak ve ciddi ancak aynı zamanda gerçekçi iki taraflı bir diyalog sağlayacaktır. Bu çabanın bir açmazla sonuçlanması, belirli konularda diyalog seçeneğini engellememelidir.
ABD, İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda ne yapmalı?
ABD, İran’ın nükleer programıyla başa çıkabilmek için Avrupa’daki müttefikleri ve Rusya ile yakın bir koordinasyon içerisinde bulunarak, daha odaklı bir strateji uygulamalıdır. İran, Ekim 2003’te verdiği tüm zenginleştirme ve tekrar işlemeyle ilgili faaliyetlerini askıya alma taahhüdünü yerine getirmek konusunda zorlanmalıdır. Bu askıya alma yürürlükteyken, Birleşik Devletler ve uluslararası topluluğun diğer üyeleri nükleer soruna daha kalıcı bir çözüm sunacak bir anlaşmanın çerçevesini çizmek için İran ile birlikte çalışmalıdır. Bu tür bir anlaşma, İran’ın uranyum zenginleştirme ve diğer yakıt atıklarını değerlendirme olanaklarından tamamen feragat etmesi ve nükleer programının barışçıl niyetini teyit etmesi amacıyla genişletilmiş bir teminat olan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun Ek Protokolü’nü onaylayacağı teminatını içermelidir. Bunun karşılığında ABD, İran’ın sivil nükleer programına yönelik itirazlarını kaldırmalı ve İran nükleer silah üretmeme vaadine bağlı kaldığı sürece, Tahran’ın nükleer güç reaktörleri için makul piyasa fiyatından yakıt alabileceğine dair çok uluslu teminatlara onay vermelidir. Anlaşma ayrıca her iki tarafı da, İran’ın Avrupa Birliği ile süregelen müzakerelere paralel bir diyalogla siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesi sözüyle bağlamalıdır.
Xxx
Brzezinski kimdir?
1928’de Polonya’da doğdu. Babası diplomat olduğu için Fransa, Almanya ve Kanada’da yetişti. McGill University’de siyaset bilimi dalında lisans, Harward’da yüksek lisans ve ardından Harward’da hocalık yaptı, Colombia Üniversitesi’nde komünist akımları inceleyen bir enstitüye (The New Institute on Communist Affairs) başkanlık etti. 1958’de Amerikan vatandaşı oldu. 60’lı yıllarda Kennedy ve Johnson’ın kadrolarına danışmanlık yaptı. Sovyetler’e yönelik sertlik yanlısı politikalarıyla sivrildi. Başkan Johnson’ın Doğu Avrupa’ya dönük ‘köprü’ siyasetinin mimarı da oydu. Johnson yönetiminin sonlarına doğru başkan yardımcısı Hubert Humphrey’in dış politika danışmanlığını yaptı. 1973’te, halen bile dünyayı yöneten en büyük gizli oluşumlardan biri olduğuna inanılan Trilateral Commission’un ilk yöneticisi oldu. Komisyonun üyelerinden biri de 1974’te başkanlık için aday olan Carter’dı. Nixon-Kissinger ikilisinin dış politika tarzını eleştiren Brzezinski, önce Carter’ın dış politika danışmanı, 1976’daki seçim zaferinin ardından da ulusal güvenlik danışmanı oldu. Amerika-Çin ilişkilerinin geliştirilmesinde ve Sovyetler’le nükleer silahların kontrol altına alınmasına dönük girişimlerde etkin oldu. 90’larda kaleme aldığı ‘Büyük Satranç Tahtası’ isimli eserinde dünyanın mevcut dengesi ve gelecekte olabilecekler hakkında ilginç ipuçları vermiş, daha o zamandan Amerika’nın Afganistan’ın bulunduğu bölgeye askerî yığınak yapması gerektiğini vurgulamıştı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)