22 Ocak 2008 Salı

Dr. Sermet Sami Uysal, bir dönemin Türkiye’sini anlatıyor



Türkolog Dr. Sermet Sami Uysal, ömrünün geride bıraktığı 80 yılında yaşadığı ve Türkiye tarihinin canlı tanıklığı niteliği de taşıyan anılarını paylaştı. Anlatılanlar, bugüne kadar duyulmamış olması ve yaşandığı dönemin şartları hakkında verdiği mesajlar açısından son derece ilginç.

Güçlü Özgan


Türkolog Sermet Sami Uysal’ın yaşamı, Türkiye’nin yazılmamış tarihine tutulan bir ışık niteliğinde. Dr. Uysal, 1954 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmak üzere, ünlü edebiyatçılarımızın eşleriyle yaptığı röportajları bir araya getirdiği ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Eşlerine göre ediplerimiz” kitabıyla unutanlara ismini hatırlattı. Ancak kendisinin anlatacakları sadece bu kitaptakilerle sınırlı değil. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında son derece aktif görevler üstlenen ailesi ve tanıdığı, arkadaşlık ettiği Türkiye tarihine yön veren isimlerle ilgili olarak anlattıkları, o dönemler hakkında yapılan tartışmalara yeni bir yön verecek nitelikte. Kimsenin hatırasına saygısızlık etmek istemediği belirten Sermet Sami Uysal, anlattıklarının bu insanların ve o dönem şartlarının daha iyi anlaşılabilmesinde etkili olmasını umuyor. Yaklaşık dört saat süren görüşmemiz boyunca konuşulanlardan bir kısmına yer verebildiğimiz sayfalarımızda, son derece şaşırtıcı ve yaşandığı dönemin profilini çizen örnekler bulacaksınız. Dr. Uysal’ın paylaştığı anılarından üç tanesini hiçbir kısaltma ve yorum yapmadan sunuyoruz…

Atatürk peygamber miydi?

“Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Atatürk’ün en yakınında olan kişilerden birisi olan Afet İnan, devrimlerin ve Atatürk’ün propagandasını yapmak için ailemin yaşadığı Çorum’a geldi. Afet Hanım Çorum’da, Cumhuriyet ilan edildiğinde TBMM Başkanı olan büyük teyzemin eşi İsmet Eker’in evinde misafir ediliyordu. Geliş amacına uygun olarak düzenlediği bir konferansa, salon mümkün olduğu kadar kalabalık görünsün diye annem beni de götürdü.
Annem, son derece aydın bir insandı. O dönemin Türkiye’sinde Fransa’dan gelen hocalardan Fransızca dersleri alan bir genç kızmış. Dedemin hanımı da, elindeki bir çiftliği satıp milli mücadelede kullanılması için Mustafa Kemal’e gönderen bir kişiymiş. Sanırım bunlar ailemin Mustafa Kemal devrimlerine ne kadar yakın olduğu gösteren iyi örnekler. Bu anlamda o toplantıya katılmamızdan daha doğal bir şey olamazdı.

Büyük teyzem de ev sahibesi olarak annemin yanına oturdu. Afet Hanım konuşmasına başladı. Bir yerde, “Nasıl ki vaktiyle peygamberler geldiyse, şimdi de asrımızın peygamberi hatta Allah’ı Mustafa Kemal’dir” dedi. Çocuk olmama rağmen bu söylenen sözün ne kadar ağır bir laf olduğu anlayabilmiştim. O anda annemin, sırtına bıçak saplanmış gibi irkildiğini hissettim.

Afet Hanım o sözleri edince, annem elini kaldırarak söz aldı ve “Afet Hanım galiba diliniz sürçtü. Son cümlenize çok şaşırdım, şehrimizin misafirisiniz, size sonsuz saygımız var ancak söylediklerini tüylerimi diken diken etti. Lütfen sözünüzü geri alır mısınız?” dedi. Bunun üzerine Afet Hanım, bu sözleri bilerek sarf ettiğini, belirterek aynılarını tekrarladı.

Annem de, peygamberime Allahıma hakaret edilen bir yerde duramayacağını yüksek sesle söyleyerek beni alıp çıktı dışarıya. Zavallı teyzem de annemle aynı düşüncede olmasına rağmen, ev sahibi konumunda olduğu için içeride kaldı. Bütün bu yaşananlar Afet Hanım tarafından, son derece çarpıtılarak Mustafa Kemal’e iletilmiş. Afet İnan, Çorum’da yaşayan büyük bir ailenin devrime ve Atatürk’e muhalif olduğunu söylemiş. Atatürk kendisini itirazsız dinlemiş. Ancak eniştemi çağırarak durumu sormuş. Eniştem de olayın arkasındaki gerçekleri olduğu gibi anlatmış. Bu olay orada kapanmış.

Bu yaşananlardan birkaç yıl sonra kanser olan büyükannemi tedavi için İstanbul’a götürmek için trenle seyahat ediyorduk. Tren Ankara’ya geldiğinde, Atatürk’ün Etimesgut’a geleceğini duyduk. Treni kullananlar da dahil olmak üzere hepimiz Atatürk’ü görmek üzere oraya gittik. Atatürk’ü ilk gördüğüm anı hiç unutmam. Arkadan güneş vuruyordu ve sarı saçları olağanüstü şekilde parlıyordu. Kısa kollu bir süveter giymişti. O’nu görünce “Allah Atatürk!” diye bağırdım. Herhalde Afet Hanım’ın konuşmasının bilinçaltıma olan etkisiyle bunu söylemiştim. Bunu duyunca gözünü dikerek bana doğru yürümeye başladı. Önümde durdu, iki konumdan tutarak beni havaya kaldırarak kucakladı ve “ben Allah değilim” dedi. Ben de “sen Allahsın” diye ısrar ettim. Bu ısrar üzerine Atatürk çok şaşırdı ve ailemin kim olduğunu sordu. Annem de kendilerini tanıttılar. “Böyle şeyleri kim öğretiyor bu çocuklara” diye sorunca, “Paşam, o bir çocuk aklı ermediğinden söylüyor bunları. Asıl tehlike akılları erenlerin de bunları söylemesi” dedi. Mustafa Kemal son derece zeki bir insan tabi, hemen bağlantıyı kurdu. “Yoksa siz o Çorumlu aile misiniz” dedi. Fazla da uzatmadı konuyu.

Nereye gittiğimizi sordu. Annem de anlattı. Bunun üzerine Büyükannemin elini öpmek istediğini söyleyerek bizimle trene geldi. Büyükannemin elini öptükten sonra, kendisi için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Bunun üzerine büyükannem de, ülkeyi güzel yönetmesini istediğini bir de başucuna koymak için imzalı bir fotoğrafını istediğini söyledi. Gerçekten de kısa bir süre sonra fotoğraf gümüş bir çerçeve içerisinde Çorum’daki evimize geldi. O fotoğrafı Paris’teki görev yerime bile taşıdım. Ancak maalesef görevim bitip memlekete dönerken çalınan bavulumun içerisinde o fotoğraf da bulunuyordu.”

Hasan Ali Yücel’in suzinak şarkısı kim için bestelendi?

Sermet Sami Uysal’ın ikinci olarak anlattığı hatırası, Cumhuriyet gazetesi için 1950’li yıllarda edebiyatçılarımız ve eşleriyle yaptığı röportajların birisiyle ilgili. Bir dönemin Milli Eğitim Bakanı, Şair Can Yücel’in Babası Hasan Ali Yücel’in Dragos’taki evinde geçen bir olay.

“Ben lisedeyken ve üniversitedeyken değişmeyen bir Milli Eğitim Bakanı vardı: Hasan Ali Yücel. Benim Cumhuriyet Gazetesi için yaptığım röportaj dizisine dahildi kendisi. Dragos’taki evine röportaj için gittiğimde, önceden yaptığı bir araştırma sonucunda kendisiyle ilgili küçük ve masum bir sırrı biliyordum. Eşinin yanında bu anlatacağım konuyu açarak aile düzenlerinin etkilenmemesi için, bir ara mutfakta yalnız kaldığımızda, “sizin en beğendiğim besteniz, ‘Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz’dır” deyince, bunun arkasından bir şey geleceğini anlayarak. “Ben de bu bestemi çok beğenirim” dedi.

“Bu besteyi ilham eden hanımefendiyi de çok beğenirim” dedim. Bu beste için Hasan Ali Yücel’e ilham veren hanımın, kendisinin de üyesi olduğu kabinenin başındaki Hasan Saka’nın eşi olduğunu biliyordum. Bu son derece platonik duygularla ortaya çıkarılan bir eserdi. Hasan Bey’in hanımı son derece güzel bir hanımefendiydi. Ben bütün bunları kendisine söyleyince, hiç inkar etmedi. Üstelik, içinden geldiğini belirterek, o güzel sesiyle kendi şarkısı mutfakta bana okudu. Hasan Ali Yücel’in sesi çok güzeldi. Bence eğer sahneye çıksaydı, bütün müzisyenleri silebilirdi. Söz konusu şarkısını okurken de biraz da dalgılığından olsa gerek, usul tutarken bir eliyle kendi dizine, diğeriyle de benim dizime vuruyordu.

Şarkı bittiği zaman, “keşke müziğe devam etseydiniz” dedim. Bunu söylerken de, yine röportaja gitmeden önce öğrendiğim ancak o anda kendisine sormadığım bir sırrı daha aklımdan geçiyordu: Hasan Ali Yücel, İsmet İnönü’nün annesine mevlüt okurmuş. Bu nedenle İnönü’nün annesi o kadar mutlu olurmuş ki, İsmet Paşa’ya “Bu değerli adamı mutlaka vekil yap” diye de ısrar edermiş. Rivayet odur ki, Hasan Ali’nin bakan olmasında İsmet İnönü’nün katkısı bulunuyor.”

Bakanla büyükelçi arasındaki İnönü kavgası

Dr. Uysal’ın Paris Üniversitesi’nde görevli olarak bulunduğu dönemle ilgili olarak anlattığı ve merkezinde İsmet İnönü’nün fotoğrafı bulunan; bir bakan ile Paris büyükelçimiz arasındaki tartışma son dereve ilgi çekici.

“Eski başbakanlardan Süleyman Demirel’in Ortaokuldaki hocası Orhan Dengiz’di. Sonradan Milli Eğitim Bakanı olan Orhan Bey’i tanıma fırsatım oldu. Bana göre kendisi son derece kültürsüz bir kişiydi. Ben 1966 yılında Paris Üniversitesi’nde hocayken elçilikte bir toplantıya katılmıştı kendisi. Orada yaşayan öğrencilerin barınabilmesi için bir Türk evinin açılması için uğraş veriyordum. Çünkü Meksika’dan Ermenistan’a kadar pek çok ülkenin benzer amaçlı evleri varken, Türkler için bir evin olmaması beni rahatsız ediyordu. Üniversite, bizim üzerine ev yapabilmemiz için bir arazi tahsis etmişti. Oraya bir Türk evinin yapılamamasının nedeni, Orhan Dengiz’dir.

1966 yılında Paris’i ziyaret eden bakan, uçaktan iner inmez, büyükelçi Namık Yolga’nın odasına gidiyor. Namık Yolga’nın büyükelçilikteki çalışma masasının üzerinde İsmet İnönü’nün imzalı bir fotoğrafı bulunuyor. Orhan Bey, böyle şeylere tahammül edemediği için, elinin tersiyle çerçeveye vurarak hemen o fotoğrafı kaldırmasını istiyor. Namık Bey de, kendisinin elçilik görevi devam ettiği sürece o fotoğrafın masasının üzerinde kalacağını söylüyor.

Bakan Dengiz, o fotoğraf masanın üzerinde durduğu sürece, elçilik yapamayacağını söylüyor. Namık Bey, devrilmiş olan çerçeveyi düzeltiyor. Bunun üzerine Bakan tekrar vurarak bu kez yere düşürüyor. Bu nedenle büyükelçi ve bakan arasında son derece sert bir tartışma geçiyor. Bakanın büyükelçiliği ziyaretinin nedeni, bizim de katılacağımız Paris’te bir Türk evi yapılması konusundaki toplantıydı. Toplantının başlayacağı saatlerde yaşanan bu tartışmayı bana sayın büyükelçi toplantı için yanıma geldiğinde anlattı. Çünkü odaya girdiklerinde ikisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. Büyükelçi yanıma oturduğu için ne olduğunu sorma fırsatım oldu. O anda öğrendim içeride olanları.

Toplantı başladığında, sayın bakan sanki yeni keşfedilen bir şeymiş gibi Paris’in güzelliklerini kendince bize anlatmaya başladı. O sırada odada davetli olarak bulunan ve kötü yaşama şartları nedeniyle neredeyse verem olma noktasına gelen bir öğrenci elini kaldırarak, “biz buraya boş sözler dinlemeye gelmedik. Sermet Hoca’ya üniversite tarafından verilen arsa üzerine bir Türk öğrenci yurdu yapılmasını istiyoruz” dedi.

Bunun üzerine bakan son derece çarpıcı bir yanıt verdi: “Benim Türkiye’deki öğrenciler için bile yurt yapma olanağım yok. Böyle bir durumdayken, gavur memleketinde yurt mu yaptıracağım!” dedi. Biz o anda kiminle görüşmekte olduğumuzu anladık. Odada bulunan tüm öğrenciler ayağa kalkarak, mekanı terk ettiler. Onlar kalkınca ben de gitmek üzere kalktım. Bunun üzerine sayın büyükelçi, elimden tutarak öğle yemeğine kalmamı istedi. O anda bakan “ben de kalacak mıyım” diye sordu. Bir insanın bu kadar görgüsüz olabilmesini anlayamıyorum hala. Sayın büyükelçi de bizim özel şeyler konuşacağımızı söyleyerek bakanı tersledi. Görüşme de o anda bitti zaten.”

Xxxxxxx

Sermet Sami Uysal kimdir?

29 Ekim 1925’te Çorum’da doğan Sermet Sami Uysal, İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’nde (1948-1950), iki yıl okuduktan sonra Türkoloji Bölümü’nü birincilikle bitirdi (1954); ayrıca Paris Üniversitesi Fonetik Enstitüsü’nden “pek iyi” derece ile mezun oldu, Sorbonne’da da “en üstün başarı” derecesiyle doktora hazırladı (1969). Galatasaray Lisesi’nde müdür muavinliği ve edebiyat öğretmenliği (1956-1963); Brüksel Üniversitesi’nde (1963-1965) ve Paris Üniversitesi’nde (1965-1970), Türk Dili ve Edebiyatı okutmanlığı yaptı... Avrupa’dan, yedi yıl sonra, 1970 başında yurda dönen Sermet Sami Uysal, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu Türkçe Bölümü Başkanlığı’nı, emekli oluncaya kadar, yirmi yıl sürdürdü. (1970-1990). Kendisinin Fransızca’dan çevirdiği bir çok tiyatro eseri Türkiye’de sahnelendi. Aynı şekilde Fransızca’dan Türkçe’ye bir çok kitap da okurlarla buluştu. Yirmi yılı aşkın bir süredir de, artık basım aşamasına gelmiş olan, 101.000 madde içeren “Büyük Arkadaş Türkçe Sözlük’ün Genel Yayın Yönetmeliği’ni yaptı.

Xxxxx

Hasan Ali Yücel’in Suzinak şarkısının sözleri

Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz
Aşkın beni serbest ediyorken keder olmaz
Ölsem de senin uğruna canım haber olmaz
Sen saçlarını çözdüğün akşam seher olmaz

Xxxxxxx

Afet İnan, Cuhuriyet’in kurulduğu yıllarda, Atatürk’e en yakın isimler arasında yer alıyor ve O’nun devrimlerini Anadolu insanına anlatmak için şehir şehir dolaşıyordu.

Hiç yorum yok: