7 Şubat 2008 Perşembe

‘Yeni yoksulluk’ kavramı ve erkeklerin türban kavgası

Umudunu kaybetmiş yoksullara güven verilmesi için, ülkeyi kamplaşmaya götüren yapay tartışmalar yerine tünelin ucundaki ışığı gösterecek ya da o ışığı yakacak reel politikaların konuşulmasının zamanı gelmedi mi?

Güçlü Özgan

Bir garip süreçten geçmekteyiz ülke olarak. Türban tartışmaları herhalde hiçbir zaman olmadığı kadar ülke içerisinde bölünmelere hatta hatta çatışmalarına dönüşmemişti bugünkü kadar. Türbanı savunanların, siyasi partilerin etkisinden daha çok özellikle STÖ’lerin öncülüğünde gerçekleştirdikleri eylemlere alışkındık. Aslına bakarsanız üniversitelerde fiili olarak çok da katı şekilde uygulanmayan türban yasağı, biraz da bu kesimin zorlamalarıyla gündeme gelmekteydi. Kısa süre önce bu konularda öncülük eden, eylemlerde ön sıralarda yer almayı bir görev bilen “laik olmadığını” açıkça dile getiren bir bayanın söylediği gibi, laik sistemle mücadele için en önemli silahları ‘türban yasağıydı’. Ve şimdi bu yasak ellerinin arasından kayıp gidiyor. Bu tartışmanın bir boyutu. Bir başka boyut ise bu toz duman içerisinde gözlerden kaçmakta. Radikal İslamcı gruplar, AKP’yi bir çok politikasında olduğu gibi türbanı üniversitelerde serbest bırakma çabasında da eleştiriyor. Burada öne çıkan konu ise hem n yasa taslağındaki şekilci yaklaşım, hem de yasaya giremeyen sınırsız serbestlik konusu.

Bu tartışmaların sona erme ihtimalinin düşük olduğunu söylemek hiç de zor değil. Konuya bir başka pencereden bakmak istiyorum. Cılız şekilde de olsa dile getirilen ancak hak ettiği etkiyi yaratmayan bir bakış açısıyla.

Siyasilerin konu hakkındaki ortaoyunu tadındaki atışmaları öylesine ilgi çekiyor ki, bu tartışmaların öznesi olan kadınların ne düşündüğü dikkatlerden kaçıyor. Bir kadının üniversiteye girerken başının nasıl bağlayacağının bir yasayla belirlenmesi ne kadar anlamsızsa, bu modacıları ilgilendiren konunun sadece erkeklerden oluşan, ‘partiler arası bıyıklılar koalisyonu’ tarafından belirlenmesi de bir o kadar anlamsız.

Tabi bu durumun konjonktürel bir gereklilikten kaynaklandığını düşünmek aşırı iyi niyetlilikten başka bir şey değil kanımca. Kadının siyaset içerisindeki yeri, erkeklerle arasındaki eşitsizlik üzerine kurulu ilişki bu tabloyu ortaya çıkarıyor. Türkiye tarihine kadın perspektifinden baktığınızda karşınıza açık bir manzara çıkıyor: Sadece ve sadece yoksulluğu paylaşmada bir eşitlik söz konusu. Sadece bu konuda kadına aşırı ve haksız bir katılımcılık misyonu yükleniyor. Bu durumda adına ne derseniz deyin ister baş örtüsü, ister sıkma baş, ister türban; bunu nasıl ve nerede takacağı, yine bunun laik sistemle örtüşüp örtüşmediği sadece erkekler tarafından tartışılıyor olması da insanı şaşırtmıyor. Bu anlattıklarımızı bilimsel araştırmalar da destekliyor. Tarafsızlığından şüphe etmeyeceğimiz kurumlardan bir tanesi olan Birleşmiş Milletlerin düzenli olarak yaptığı ekonomik ve sosyolojik temelli araştırmalar, dün ve bugün yaptığımız kısır tartışmaları neden ve sonuçlarıyla değerlendirmemizi kolaylaştırıyor. Aşağıda yer vereceğim bilgiler, özellikle ekonomik sorunlarını çözememiş bir ülkede siyasal sistemin hangi kısır tartışma ve gerginliklere feda edilebileceğinin de ip uçlarını veriyor.

Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini yerleştirme çabaları, kadınlara tam oy hakkının verildiği 1930’lu yıllara dek uzanmasına karşın, eşitliği özellikle teşvik eden bir ulusal mekanizmanın uygulanmasına ancak 1986’da,
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nin hükümet tarafından onaylanıp imzalanmasından sonra, başlandı. O zamandan bu yana, Türkiye gerçek anlamıyla kadın-erkek eşitliğini sağlamak için, şiddet, yoksulluk ve ekonomik istismar dahil, kadınlara karşı ayrımcılık içeren temel hükümleri ortadan kaldırmaya yönelik yasal reformları birbiri ardına uygulayarak bu konudaki kararlılığını sürdürüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı Türkiye Ve Kalkınmada Kadın-Erkek Eşitliği başlıklı raporda bakın mevcut durum nasıl özetleniyor: “Türkiye yasal alanda kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirme konusunda önemli bir gelişme kaydetmiş olmakla birlikte, esas zorluk bu yasaların pratikte uygulanması. Gündelik yaşamdaki davranış değişiklikleri, yasal değişimleri yakından takip etmiyor; yasalar ile uygulamalar arasındaki uyumsuzluk süregidiyor. Türkiye, kadınların karar-alma sürecine katılımı dahil, temel kalkınma göstergeleri bakımından istenen seviyenin çok altında. Kalkınma çabaları, büyüyen sosyo-ekonomik ve bölgesel eşitsizliklerin altında gölgelenmektedir. Eşitsizlik ve yoksulluk, ülkenin doğusunda, şehirlere kıyasla kırsal kesimlerde, ve eğitim düzeyinin düşük olduğu bölgelerde çok daha yaygındır. Kadına karşı şiddet, aile içi şiddet, namus cinayetleri ve kadın ticareti gibi sorunlara halkın ilgisi sınırlı olduğu için sorunla mücadelede kamuoyunu bilinçlendirme ve bu işe ayrılacak kaynaklar büyük önem kazanıyor. Kadınlar çoğunlukla, haklarının kapsamından haberdar değiller, ya da haklarını gerektiği gibi kullanmaları engelleniyor.. Kadınların haklarını korumak için çalışan örgütlerin daha fazla desteğe ihtiyacı var. Kadın hakları alanında, hükümet (yerel ve ulusal), sivil toplum kuruluşları, iş gücü piyasası ortakları, medya ve özel kuruluşlar arasındaki ortak çabalar büyük önem taşıyor.”

Özellikle kırsal alanlarda ve büyük şehirlerin gecekondu bölgelerinde yaşayan kadınlar, Türkiye’nin ekonomik açıdan dezavantajlı kesimlerinden birini oluşturuyor. Türkiye’de son 25 yılda kadınların yaşam standartlarında önemli düzelmeler oldu. Ne var ki, mevcut göstergeler, ortalama yaşam süresi dışında kadınların yaşam standartlarının erkeklere oranla daha kötü olma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor.

Bu tespitlerinin gerekçesini oluşturan araştırmaların detaylarına, BM’nin internet sitesinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Dikkat ederseniz burada da toplum içerisindeki sosyal eşitsizliklerin arkasındaki açık nedenin ekonomik yetersizlikler olduğu vurgulanıyor. Bu gerçeğin ışığında, halka gelecek konusunda güvence veremeyen, sorunların çözümü için inanılır öneriler getiremeyen hükümet ve muhalefetin dikkatleri başka konular üzerine odaklamak daha mı kolayına gidiyor diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Türkiye gemisini hep birlikte mi torpilliyoruz acaba?

TÜRKİYE GERÇEKLERİ

Türkiye’de aşırı düzeydeki yoksulluk oranı (günde 1 doların altında yaşayan nüfus) çok düşük, yüzde 2’nin altında. Ancak yükselen yoksulluk sınırıyla birlikte, nüfusun yüzde 24’ünün günde 4.30 ABD dolarının altında yaşıyor olduğunun belirlenmesi, yoksulluk oranının çarpıcı biçimde arttığını ortaya koyuyor. BM Kalkınma Programı’nın yoksulluk alanında en son yaptırdığı araştırma Türkiye’de “yeni yoksulluğun,” yani uzun süre devam eden, akraba ve arkadaşların desteğiyle iyileştirilmesi güç olan yoksulluğun artmakta olduğunu gösteriyor. “Yeni yoksulluk” kavramı zannedildiğinin tersine yeni bir kavram değil. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nin desteğiyle Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Ayşe Buğra ve Prof. Çağlar Keyder tarafından 2002’de gerçekleştirilen “Yeni yoksulluk ve değişen sosyal politikalar” konulu proje sayesinde tanıştığımız bu kavram, aslına bakarsanız tüm yoksunluğa rağmen Türkiye’nin neden bir Güney Amerika ülkesi manzarası çizmediğinin de bir nedeni gibi görünüyor. Ülkede insanların açlık değil de rejimi ilgilendiren tartışmalar nedeniyle sokağa dökülmelerinin sebebi bu. Söz konusu rakamlar Türkiye’nin gerçekleri. Buna bir de giderek yaklaştığı bilinen ve etkilerini yakında hissedeceğimiz küresel kriz riskini de eklediğimiz zaman insanın umudu daha da tükeniyor. Bugünkü tartışmaların hesabını gelecek nesillere nasıl vereceğiz acaba.

Umudunu kaybetmiş yoksullara güven verilmesi için, ülkeyi kamplaşmaya götüren yapay tartışmalar yerine tünelin ucundaki ışığı gösterecek ya da o ışığı yakacak reel politikaların konuşulmasının zamanı gelmedi mi?