22 Ocak 2008 Salı

AKP’nin irtica raporu

Güçlü Özgan

Yıl 1986… Tayip Erdoğan Afganistan’dan gelen bir misafirin hemen önünde halının üzerinde oturuyordu. Ve bir kare fotoğraf çekiliyordu. Bu fotoğraf Tayip Erdoğan’a uzun siyaset yolculuğunda hep eşlik ediyordu. Erdoğan’ın hemen dizlerinin dibinde oturduğu isim Gulbeddin Hikmetyar… Sovyet işgalinde İslamcı direnişi ülkesinde örgütleyen sonrasında da başbakanlık koltuğuna oturan tartışmalı bir isim. Yıllar sonra bu fotoğraf gazete sayfalarına taşındığında Erdoğan durumu şöyle açıklıyordu: “O fotoğraf 1986 yılında çekilmiştir. Hikmetyar Afganistan’ın Başbakanı sıfatıyla resmi davetle Türkiye'ye gelmiştir. Ben de o zaman siyasi bir partinin il başkanıydım...” Ama durum göründüğünden farklıydı. Bir kere Hikmetyar o tarihte resmi davetle değil, Refah Partisi’nin daveti üzerine Türkiye’ye gelmişti. Üstelik kendisi ülkesinde Başbakanlık görevine 1990 yılında seçilmişti…
Elbette sadece Tayip Erdoğan değil, Mili Görüş çizgisinde yürüyen her ismin, amaca yönelik olarak kurulan her parti benzer konularda çeşitli “açıklar” veriyordu. Bu açıklar da sistem içerisinde kimi zaman hak ettiği kimi zamanda da hak ettiğinden az tepkiyle karşılaşıyordu. 28 Şubat süreci benzer olayların sonucunda yaşanıyordu. Son yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine damga vuran Genelkurmay açıklamasında da benzer “irticai” risklere dikkat çekiliyordu. Bildiride laik sistemi tehlikeye düşüren olaylardan bazılarına gönderme yapılırken bunlar “mesela” başlığı altında özetleniyordu. Oysa AKP’nin dört buçuk yıllık iktidar sürecine bakıldığında bunlar gibi onlarca olaya rastlıyoruz. Kimilerine göre rejimi yıpratmak için atıla gizli adımların izleriydi bunlar, kimilerine göre ise sadece yanlış anlaşılmalar silsilesinin birer parçasıydı. Ne olursa olsun Genelkurmay’ın ya da meydanlarda laik düzeni savunan yüz binlerin endişelerinde haklı olup olmadıklarını görebilmek için olaylardan bazılarını hatırlamakta fayda var.

Cemaat kolejlerine para aktarma operasyonu muydu?

Milli Eğitim Kanunu’nda değişiklik yapılarak, on bin yoksul çocuğun özel okullarda okutulmasını, parasının da devlet tarafından ödenmesini öngören bir yasa teklifi yapıldı. Bu yasa değişikliğinin Anayasa’nın 42. maddesine uygun olmadığı söylendi. Bu tartışmalardaki asıl ilgi çekici nokta, çocukların kolejlerde okutulması söyleminin arkasında cemaatlere ait olduğu bilinen kolejlere para aktarılması gibi bir gizli amacın olduğu şeklindeydi. Bu yasa cumhurbaşkanı tarafından veto edildi.

Nakşi şeyhini ziyaret

Tayyip Erdoğan, 16 Aralık 2005’te AKP İl Başkanlığı’nın düzenlediği bir program için bulunduğu Konya’da, eski MSP milletvekili ve Nakşibendi tarikatının şeyhlerinden Tahir Büyükkörükçü’yü ziyaret etti. Erdoğan’ın programında bulunmayan ziyaret hakkında bilgi de verilmedi. Bu sırada Erdoğan’ın korumaları görüntü almak isteyen gazetecilere yine engel oldu. İçeride 45 dakika kalan Erdoğan, açıklama yapmadan ayrıldı.

TBMM Başkanlık koltuğunda bir İmam Hatipli

23 Nisan 2006 tarihinde TBMM’de düzenlenen törende meclis başkanının sandalyesine 21 yaşındaki bir imam hatip öğrencisi oturdu. Bu hiç de alışık olunmayan bir durumdu. Bir kere çocuklara adanmış bir resmi bayramda 21 yaşındaki bir delikanlının neden o koltuğa oturulduğu anlaşılamadı. Üstelik öğrencinin söylemi laiklik ve türban üzerineydi. Bu törende Bülent Arınç “laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini” söylüyordu.

23 töreninde çarşaflı kız çocuklar

23 Nisan 2006’da Tekirdağ Çorlu’da yapılan törenlere kız öğrenciler kara çarşafla, erkek öğrenciler ise fesle katıldılar. Aynı tarihte yine resmi törenlerde Atatürk anıtına çelenk koyan Ordu Fatsa AKP İlçe Başkanı sakız çiğnemekteydi. Garnizon komutanının şikayeti üzerine başkan tutuklanıyordu.

Bale mi Kuran Kusu mu?

Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, Kuran Kurslarına ilköğretim beşinci sınıftan önce gidilememesini eleştirdiği bir konuşmasında, “15 yaşına gelen bir çocuk nasıl Kuran kursuna gidip öğrenecek. Bale için eğitime 4 yaşında başlanması gerekir diyenlerin Kuran öğrenmek için 15 yaşını beklemek lazım demesi demokrasiyle bağdaşmıyor.” diyordu. 6 Kasım 2006’daki bu açıklama günlerce medyada tartışılıyordu.

Belediyelerin “örtünmemek günahtır” söylemi

Belediyeler yayınladıkları ve halka dağıttıkları kitapçıklar ve kitaplarla dönem dönem tartışmalara neden oldu. Örneğin Eyüp belediyesi “Kutlu doğum Haftası’nda” izin almadan okullarda “Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed” başlıklı bir broşür dağıttı. Broşürde, “Örtünmemek günahkar olmaktır. Başörtüsü yasağı, İslam dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır” deniliyordu.

Başbakan’ın ulema özlemi

Başbakan AİHM’in türban ile ilgili kararını eleştirirken bu konuda “mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” diyordu. Bu açıklama büyük tartışmalara neden oldu.

Erdoğan’dan “4 kadınla evlilik” fetvası

Tayyip Erdoğan yine Berlin’de katıldığı bir toplantıda “İslam ülkelerinde 4 kadınla evlenilebiliyor. Bu Kuran’da var mı, mecburi mi?” sorusuna şu yanıtı veriyordu. “Hayır bu Kuran’ın emri değil. Ama bazı özel durumlarda 4 kadınla evlenmeye izin var. İznin de şartları var. Erkeğin eşi hastaysa, yaşlıysa ve sakatsa birden fazla kadınla evlenebilir. Tabi eşlerin rızası olması lazım” diyordu. Bu olaydan sonra Alanya’da yaşanan gelişmeler de büyük tartışmalara neden oluyordu.

Efendiler önde yemekte, eşler arkada yalnız

TBMM başkanı Bülent Arınç ve eşinin katıldığı, bir dinlenme tesisinden gerçekleşen düğünde Arınç ve Eşi ayı bölümlerde oturdu.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Samsun gezisinde Kavak’ta öğle yemeği molası verdiğinde, Bakan’ın masasında Vali, AKP vekilleri ve bürokratlar oturuyordu. Yıldırım’ın eşi ise ayrı bir masada tek başına oturuyordu. Bu fotoğraf günlerce gazete sayfalarındaki ve ekranlardaki yerini korudu.

İsmailağa raporu görmezden gelindi iddiası

Çarşamba cemaati içerisinde yaşanan cinayet olayı sonrasında medyaya yansıyan ilginç haberler vardı. Buna göre İstanbul Emniyeti 1980-2000 yılları arasında İsmailağa cemaati ile ilgili bir rapor hazırlamıştı. İsmailağa cemaatinin “çete” olarak nitelendiği bu rapor hiçbir şekilde dikkate alınmadı.

TBMM çatısı altında türban şov

AKP’nin TBMM’de gerçekleştirdiği her grup toplantısı tam anlamıyla bir türban şov haline getirildi.

Türbanlı folklorcu kız çocuklar

TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da bulunduğu bir resmi geçitte ilkokul öğrencisi kızlardan oluşan halk dansı gösteri grubu, sıra dışı bir görüntü sergiliyordu. Çocukların başlarını bilinen türban şeklinde bağlayarak gösteri yapmaları büyük tepki topluyordu.

Piyer Loti mi Eyüp Sultan mı?

AKP’li Eyüp belediyesi Piyer Loti tepesinin isminin Eyüp Sultan olarak değiştirilmesini öngören bir meclis kararı çıkarmaya çalıştı. İlçe meclisinden geçen karar, Büyük Şehir meclisinden geri döndü.

Kırmızı sokak planı

İçki yasağı tartışmaları hiçbir zaman bitmedi. AKP’li belediyelerin Kırmızı Sokak planları gösterilen tepkiler sonrasında ertelendi. Örneğin Üsküdar belediyesi zabıta ekipleri parklarda alkol içenlere 124 YTL gibi para cezaları kesti.

Göztepe parkına cami

Göztepe Parkı’na cami yapılması planları, Kadıköy Belediyesi’nin direnişiyle sona erdi. Kadıköy Belediyesi’nin ve bölge halkının direnç göstermesinin nedeni cami yapılmak istenen noktaya 500 metre uzaklıkla başka bir caminin olması ve parkın yeşil alan olarak kalması gerektiğiydi.

Kadınlara özel park

AKP’li Bağcılar belediyesinin kadınlara özel bir park yaptırma isteği “ayrımcılık” gerekçesiyle ciddi tepkiyle karşılaştı.

İlköğretim Okulu’nun sitesinde Said Nursi’ye övgü

Konya’nın Ilgın İlçesi’nde İnönü İlköğretim Okulu’nun web sayfasındaki ‘Rehberlik Öyküleri’ bölümünde, Said-i Nursi ve talebeleri ile ilgili övgü dolu sözlerin yer aldığı bir söyleşi yayınlandı. Yazının bir bölümünde Said Nursi’den ’Savaş kahramanı’, bir bölümünde ise ‘Hazret’ olarak bahsedilmesi dikkat çekti.

İDO feribotunda kıble oku

İDO’nun Yalova ve Bandırma seferlerini gerçekleştiren hızlı feribotlarında 9 yıldır mescit bulunuyor. Feribotlardaki mescitlerde kıble okla gösteriliyor.

Zina tartışması

AKP’nin TCK’da zinanın suç sayılması konusunda bir değişiklik yapmak için gösterdiği çabalar toplumda geniş yankı buluyordu. Bu konu hakkında çıkarılan yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal ediliyordu.

Devlet hastanelerinde türbanlı çalışanlar

Kamusal alanda türban kullanılması yasal olarak halen bir suç. Ancak bu yasak çoğu zaman farklı yöntemlerle deliniyor. Tempo’nun farklı şehirlerdeki devlet hastanelerinde yaptığı gizli çekimlerle buralarda türbanlı görevlilerin çalıştığını tespit ediyordu.

Genelkurmay’ın dikkat çektiği kutlu doğum haftası etkinlikleri
Genelkurmay açıklamasına konu olan Şanlıurfa ve Denizli’deki Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri…
Şanlıurfa’da 22 Nisan’da Atatürk Spor Salonu’nda Mustazaflar ile Dayanışma Derneği (Mustazaf-Der) tarafından düzenlenen gecede 2 bin kişinin harem-selamlık oturduğu, 23.00’te sona eren gecede, 5-12 yaşlarında, başları türbanlı, çarşaf giydirilmiş 8 kız çocuğu ilahi okuduğu tespit edilmişti.

Denizli’de 17 Nisan’da Delikliçınar Meydanı’nda İl Müftülüğü ve Denizli Belediyesi tarafından düzenlenen, türbanlı ilköğretim okulu öğrencilerinin ilahiler söylediği, tekbir getirip 4 başlı canavar öldürdükleri piyesli organizasyon ile Nikfer Beldesi’nde, 4 cami varken, Atatürk İlköğretim Okulu’nda İl Müftülüğü’nce kadınlara dini vaaz verilmesi.

Dr. Sermet Sami Uysal, bir dönemin Türkiye’sini anlatıyor



Türkolog Dr. Sermet Sami Uysal, ömrünün geride bıraktığı 80 yılında yaşadığı ve Türkiye tarihinin canlı tanıklığı niteliği de taşıyan anılarını paylaştı. Anlatılanlar, bugüne kadar duyulmamış olması ve yaşandığı dönemin şartları hakkında verdiği mesajlar açısından son derece ilginç.

Güçlü Özgan


Türkolog Sermet Sami Uysal’ın yaşamı, Türkiye’nin yazılmamış tarihine tutulan bir ışık niteliğinde. Dr. Uysal, 1954 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmak üzere, ünlü edebiyatçılarımızın eşleriyle yaptığı röportajları bir araya getirdiği ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Eşlerine göre ediplerimiz” kitabıyla unutanlara ismini hatırlattı. Ancak kendisinin anlatacakları sadece bu kitaptakilerle sınırlı değil. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında son derece aktif görevler üstlenen ailesi ve tanıdığı, arkadaşlık ettiği Türkiye tarihine yön veren isimlerle ilgili olarak anlattıkları, o dönemler hakkında yapılan tartışmalara yeni bir yön verecek nitelikte. Kimsenin hatırasına saygısızlık etmek istemediği belirten Sermet Sami Uysal, anlattıklarının bu insanların ve o dönem şartlarının daha iyi anlaşılabilmesinde etkili olmasını umuyor. Yaklaşık dört saat süren görüşmemiz boyunca konuşulanlardan bir kısmına yer verebildiğimiz sayfalarımızda, son derece şaşırtıcı ve yaşandığı dönemin profilini çizen örnekler bulacaksınız. Dr. Uysal’ın paylaştığı anılarından üç tanesini hiçbir kısaltma ve yorum yapmadan sunuyoruz…

Atatürk peygamber miydi?

“Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Atatürk’ün en yakınında olan kişilerden birisi olan Afet İnan, devrimlerin ve Atatürk’ün propagandasını yapmak için ailemin yaşadığı Çorum’a geldi. Afet Hanım Çorum’da, Cumhuriyet ilan edildiğinde TBMM Başkanı olan büyük teyzemin eşi İsmet Eker’in evinde misafir ediliyordu. Geliş amacına uygun olarak düzenlediği bir konferansa, salon mümkün olduğu kadar kalabalık görünsün diye annem beni de götürdü.
Annem, son derece aydın bir insandı. O dönemin Türkiye’sinde Fransa’dan gelen hocalardan Fransızca dersleri alan bir genç kızmış. Dedemin hanımı da, elindeki bir çiftliği satıp milli mücadelede kullanılması için Mustafa Kemal’e gönderen bir kişiymiş. Sanırım bunlar ailemin Mustafa Kemal devrimlerine ne kadar yakın olduğu gösteren iyi örnekler. Bu anlamda o toplantıya katılmamızdan daha doğal bir şey olamazdı.

Büyük teyzem de ev sahibesi olarak annemin yanına oturdu. Afet Hanım konuşmasına başladı. Bir yerde, “Nasıl ki vaktiyle peygamberler geldiyse, şimdi de asrımızın peygamberi hatta Allah’ı Mustafa Kemal’dir” dedi. Çocuk olmama rağmen bu söylenen sözün ne kadar ağır bir laf olduğu anlayabilmiştim. O anda annemin, sırtına bıçak saplanmış gibi irkildiğini hissettim.

Afet Hanım o sözleri edince, annem elini kaldırarak söz aldı ve “Afet Hanım galiba diliniz sürçtü. Son cümlenize çok şaşırdım, şehrimizin misafirisiniz, size sonsuz saygımız var ancak söylediklerini tüylerimi diken diken etti. Lütfen sözünüzü geri alır mısınız?” dedi. Bunun üzerine Afet Hanım, bu sözleri bilerek sarf ettiğini, belirterek aynılarını tekrarladı.

Annem de, peygamberime Allahıma hakaret edilen bir yerde duramayacağını yüksek sesle söyleyerek beni alıp çıktı dışarıya. Zavallı teyzem de annemle aynı düşüncede olmasına rağmen, ev sahibi konumunda olduğu için içeride kaldı. Bütün bu yaşananlar Afet Hanım tarafından, son derece çarpıtılarak Mustafa Kemal’e iletilmiş. Afet İnan, Çorum’da yaşayan büyük bir ailenin devrime ve Atatürk’e muhalif olduğunu söylemiş. Atatürk kendisini itirazsız dinlemiş. Ancak eniştemi çağırarak durumu sormuş. Eniştem de olayın arkasındaki gerçekleri olduğu gibi anlatmış. Bu olay orada kapanmış.

Bu yaşananlardan birkaç yıl sonra kanser olan büyükannemi tedavi için İstanbul’a götürmek için trenle seyahat ediyorduk. Tren Ankara’ya geldiğinde, Atatürk’ün Etimesgut’a geleceğini duyduk. Treni kullananlar da dahil olmak üzere hepimiz Atatürk’ü görmek üzere oraya gittik. Atatürk’ü ilk gördüğüm anı hiç unutmam. Arkadan güneş vuruyordu ve sarı saçları olağanüstü şekilde parlıyordu. Kısa kollu bir süveter giymişti. O’nu görünce “Allah Atatürk!” diye bağırdım. Herhalde Afet Hanım’ın konuşmasının bilinçaltıma olan etkisiyle bunu söylemiştim. Bunu duyunca gözünü dikerek bana doğru yürümeye başladı. Önümde durdu, iki konumdan tutarak beni havaya kaldırarak kucakladı ve “ben Allah değilim” dedi. Ben de “sen Allahsın” diye ısrar ettim. Bu ısrar üzerine Atatürk çok şaşırdı ve ailemin kim olduğunu sordu. Annem de kendilerini tanıttılar. “Böyle şeyleri kim öğretiyor bu çocuklara” diye sorunca, “Paşam, o bir çocuk aklı ermediğinden söylüyor bunları. Asıl tehlike akılları erenlerin de bunları söylemesi” dedi. Mustafa Kemal son derece zeki bir insan tabi, hemen bağlantıyı kurdu. “Yoksa siz o Çorumlu aile misiniz” dedi. Fazla da uzatmadı konuyu.

Nereye gittiğimizi sordu. Annem de anlattı. Bunun üzerine Büyükannemin elini öpmek istediğini söyleyerek bizimle trene geldi. Büyükannemin elini öptükten sonra, kendisi için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Bunun üzerine büyükannem de, ülkeyi güzel yönetmesini istediğini bir de başucuna koymak için imzalı bir fotoğrafını istediğini söyledi. Gerçekten de kısa bir süre sonra fotoğraf gümüş bir çerçeve içerisinde Çorum’daki evimize geldi. O fotoğrafı Paris’teki görev yerime bile taşıdım. Ancak maalesef görevim bitip memlekete dönerken çalınan bavulumun içerisinde o fotoğraf da bulunuyordu.”

Hasan Ali Yücel’in suzinak şarkısı kim için bestelendi?

Sermet Sami Uysal’ın ikinci olarak anlattığı hatırası, Cumhuriyet gazetesi için 1950’li yıllarda edebiyatçılarımız ve eşleriyle yaptığı röportajların birisiyle ilgili. Bir dönemin Milli Eğitim Bakanı, Şair Can Yücel’in Babası Hasan Ali Yücel’in Dragos’taki evinde geçen bir olay.

“Ben lisedeyken ve üniversitedeyken değişmeyen bir Milli Eğitim Bakanı vardı: Hasan Ali Yücel. Benim Cumhuriyet Gazetesi için yaptığım röportaj dizisine dahildi kendisi. Dragos’taki evine röportaj için gittiğimde, önceden yaptığı bir araştırma sonucunda kendisiyle ilgili küçük ve masum bir sırrı biliyordum. Eşinin yanında bu anlatacağım konuyu açarak aile düzenlerinin etkilenmemesi için, bir ara mutfakta yalnız kaldığımızda, “sizin en beğendiğim besteniz, ‘Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz’dır” deyince, bunun arkasından bir şey geleceğini anlayarak. “Ben de bu bestemi çok beğenirim” dedi.

“Bu besteyi ilham eden hanımefendiyi de çok beğenirim” dedim. Bu beste için Hasan Ali Yücel’e ilham veren hanımın, kendisinin de üyesi olduğu kabinenin başındaki Hasan Saka’nın eşi olduğunu biliyordum. Bu son derece platonik duygularla ortaya çıkarılan bir eserdi. Hasan Bey’in hanımı son derece güzel bir hanımefendiydi. Ben bütün bunları kendisine söyleyince, hiç inkar etmedi. Üstelik, içinden geldiğini belirterek, o güzel sesiyle kendi şarkısı mutfakta bana okudu. Hasan Ali Yücel’in sesi çok güzeldi. Bence eğer sahneye çıksaydı, bütün müzisyenleri silebilirdi. Söz konusu şarkısını okurken de biraz da dalgılığından olsa gerek, usul tutarken bir eliyle kendi dizine, diğeriyle de benim dizime vuruyordu.

Şarkı bittiği zaman, “keşke müziğe devam etseydiniz” dedim. Bunu söylerken de, yine röportaja gitmeden önce öğrendiğim ancak o anda kendisine sormadığım bir sırrı daha aklımdan geçiyordu: Hasan Ali Yücel, İsmet İnönü’nün annesine mevlüt okurmuş. Bu nedenle İnönü’nün annesi o kadar mutlu olurmuş ki, İsmet Paşa’ya “Bu değerli adamı mutlaka vekil yap” diye de ısrar edermiş. Rivayet odur ki, Hasan Ali’nin bakan olmasında İsmet İnönü’nün katkısı bulunuyor.”

Bakanla büyükelçi arasındaki İnönü kavgası

Dr. Uysal’ın Paris Üniversitesi’nde görevli olarak bulunduğu dönemle ilgili olarak anlattığı ve merkezinde İsmet İnönü’nün fotoğrafı bulunan; bir bakan ile Paris büyükelçimiz arasındaki tartışma son dereve ilgi çekici.

“Eski başbakanlardan Süleyman Demirel’in Ortaokuldaki hocası Orhan Dengiz’di. Sonradan Milli Eğitim Bakanı olan Orhan Bey’i tanıma fırsatım oldu. Bana göre kendisi son derece kültürsüz bir kişiydi. Ben 1966 yılında Paris Üniversitesi’nde hocayken elçilikte bir toplantıya katılmıştı kendisi. Orada yaşayan öğrencilerin barınabilmesi için bir Türk evinin açılması için uğraş veriyordum. Çünkü Meksika’dan Ermenistan’a kadar pek çok ülkenin benzer amaçlı evleri varken, Türkler için bir evin olmaması beni rahatsız ediyordu. Üniversite, bizim üzerine ev yapabilmemiz için bir arazi tahsis etmişti. Oraya bir Türk evinin yapılamamasının nedeni, Orhan Dengiz’dir.

1966 yılında Paris’i ziyaret eden bakan, uçaktan iner inmez, büyükelçi Namık Yolga’nın odasına gidiyor. Namık Yolga’nın büyükelçilikteki çalışma masasının üzerinde İsmet İnönü’nün imzalı bir fotoğrafı bulunuyor. Orhan Bey, böyle şeylere tahammül edemediği için, elinin tersiyle çerçeveye vurarak hemen o fotoğrafı kaldırmasını istiyor. Namık Bey de, kendisinin elçilik görevi devam ettiği sürece o fotoğrafın masasının üzerinde kalacağını söylüyor.

Bakan Dengiz, o fotoğraf masanın üzerinde durduğu sürece, elçilik yapamayacağını söylüyor. Namık Bey, devrilmiş olan çerçeveyi düzeltiyor. Bunun üzerine Bakan tekrar vurarak bu kez yere düşürüyor. Bu nedenle büyükelçi ve bakan arasında son derece sert bir tartışma geçiyor. Bakanın büyükelçiliği ziyaretinin nedeni, bizim de katılacağımız Paris’te bir Türk evi yapılması konusundaki toplantıydı. Toplantının başlayacağı saatlerde yaşanan bu tartışmayı bana sayın büyükelçi toplantı için yanıma geldiğinde anlattı. Çünkü odaya girdiklerinde ikisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. Büyükelçi yanıma oturduğu için ne olduğunu sorma fırsatım oldu. O anda öğrendim içeride olanları.

Toplantı başladığında, sayın bakan sanki yeni keşfedilen bir şeymiş gibi Paris’in güzelliklerini kendince bize anlatmaya başladı. O sırada odada davetli olarak bulunan ve kötü yaşama şartları nedeniyle neredeyse verem olma noktasına gelen bir öğrenci elini kaldırarak, “biz buraya boş sözler dinlemeye gelmedik. Sermet Hoca’ya üniversite tarafından verilen arsa üzerine bir Türk öğrenci yurdu yapılmasını istiyoruz” dedi.

Bunun üzerine bakan son derece çarpıcı bir yanıt verdi: “Benim Türkiye’deki öğrenciler için bile yurt yapma olanağım yok. Böyle bir durumdayken, gavur memleketinde yurt mu yaptıracağım!” dedi. Biz o anda kiminle görüşmekte olduğumuzu anladık. Odada bulunan tüm öğrenciler ayağa kalkarak, mekanı terk ettiler. Onlar kalkınca ben de gitmek üzere kalktım. Bunun üzerine sayın büyükelçi, elimden tutarak öğle yemeğine kalmamı istedi. O anda bakan “ben de kalacak mıyım” diye sordu. Bir insanın bu kadar görgüsüz olabilmesini anlayamıyorum hala. Sayın büyükelçi de bizim özel şeyler konuşacağımızı söyleyerek bakanı tersledi. Görüşme de o anda bitti zaten.”

Xxxxxxx

Sermet Sami Uysal kimdir?

29 Ekim 1925’te Çorum’da doğan Sermet Sami Uysal, İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’nde (1948-1950), iki yıl okuduktan sonra Türkoloji Bölümü’nü birincilikle bitirdi (1954); ayrıca Paris Üniversitesi Fonetik Enstitüsü’nden “pek iyi” derece ile mezun oldu, Sorbonne’da da “en üstün başarı” derecesiyle doktora hazırladı (1969). Galatasaray Lisesi’nde müdür muavinliği ve edebiyat öğretmenliği (1956-1963); Brüksel Üniversitesi’nde (1963-1965) ve Paris Üniversitesi’nde (1965-1970), Türk Dili ve Edebiyatı okutmanlığı yaptı... Avrupa’dan, yedi yıl sonra, 1970 başında yurda dönen Sermet Sami Uysal, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu Türkçe Bölümü Başkanlığı’nı, emekli oluncaya kadar, yirmi yıl sürdürdü. (1970-1990). Kendisinin Fransızca’dan çevirdiği bir çok tiyatro eseri Türkiye’de sahnelendi. Aynı şekilde Fransızca’dan Türkçe’ye bir çok kitap da okurlarla buluştu. Yirmi yılı aşkın bir süredir de, artık basım aşamasına gelmiş olan, 101.000 madde içeren “Büyük Arkadaş Türkçe Sözlük’ün Genel Yayın Yönetmeliği’ni yaptı.

Xxxxx

Hasan Ali Yücel’in Suzinak şarkısının sözleri

Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz
Aşkın beni serbest ediyorken keder olmaz
Ölsem de senin uğruna canım haber olmaz
Sen saçlarını çözdüğün akşam seher olmaz

Xxxxxxx

Afet İnan, Cuhuriyet’in kurulduğu yıllarda, Atatürk’e en yakın isimler arasında yer alıyor ve O’nun devrimlerini Anadolu insanına anlatmak için şehir şehir dolaşıyordu.

18 Ocak 2008 Cuma

PKK kendi kendini bitiriyor




Türkiye, PKK terörünün başladığı günden beri 25 yılın yanı sıra, on binlerce insanını da kurban verdi. Terör örgütü eylemlerini sözde ateşkes dönemleri dışında hiç durdurmadı. Peki neden bugün tasfiye edilsin ya da kendisini tasfiye etsin? Son aylarda yaşadığımız gelişmeleri arka arkaya sıralayınca bu sürecin ipuçlarını görmek mümkün oluyor…

Güçlü Özgan

Genel kanı sorunun bölgesel olmaktan çıktığı ve etnik bir yapıya dönüştüğü şeklinde. Türkiye içeride ve dışarıda ne anlatırsa anlatsın gerçekler, önyargıların önüne geçememekte maalesef. Ve Güneydoğumuzla ilgili yaşanan sorun artık tüm dünya tarafından “Kürtlerin varlık – yokluk mücadelesi” olarak görülmekte.

Belki bugün tartışılması gereken adı ne olursa olsun sorunun çözümünde Türkiye’nin yalnız bırakılıp bırakılmayacağı olmalı. Çünkü Türkiye’nin bir iç meselesi olarak görülen gelişmeler hakkında Barzani, Talabani gibi isimler bile ahkam kesebiliyorlar. Aslına bakarsanız burada bilerek yer verilen “bile” sözcüğünü kullanarak tarihi bir hataya düştüğümüzü de dile getirmekte yarar var. Daha birkaç yıl önce Türkiye’nin vereceği pasaportlara, örtülü olarak verilen paralara muhtaç olan bu isimleri büyüten, söz ve hatta para sahibi yapan sürecin nasıl işlediğini dikkatlerden kaçırdığımızı itiraf etmekte fayda var. Muhtemeldir ki, bizim bölgesel dengelerdeki değişikliği tanımlama konusundaki tembelliğimiz ya da umursamazlığımız, adı geçen bu isimlerin Türkiye’ye karşı geri adım atmaları için bizi ABD’ye muhtaç hale getirdi. Daha düne kadar Irak’ın Kuzeyine yapacağımız harekatlarla ilgili olarak tehditler savuran Kürt liderler, ABD’nin iplerini çekmesi sonrasında birden susuverdiler.

Buna Irak’ı işgal eden ve yarın bile ne yapacağını bilemeyen müttefikimizin iyi niyetli bir desteği olarak mı bakmalıyız acaba? Yoksa güney sınırımızdaki terör destekçilerini dize getirmek için işgalci güce bel bağlamamıza hayıflanmalı mıyız?

Humeyni devriminden beri başına bela olan İran rejimini zayıflatmak için, ABD’nin ülkedeki Kürt yapıyı ve buna bağlı sorunları kaşımaktan büyük keyif aldığı bilinen bir gerçek. Aynı ABD, Irak’taki PKK’dan bağımsız ama örgütle ilişkili Kürt yapılanmasını da avucunun içerisinde tutmakta. Bunun nimetlerinden de Türkiye az önce anlattığımız şekilde yararlanmakta. Bölgenin mutlak hakimi olmakta kararlı olan süper gücün Türkiye Kürtleri üzerinde de bir etki yaratma konusunda istekli olduğunu görmemek için ise kör olmak gerekiyor.

Ross Wilson’un ilginç mesajı

Geçtiğimiz Kasım ayı sonunda ABD Büyükelçisi Ross Wilson’un basına yansıyan ilginç daveti müttefikimizin istekleri konusunda yeteri kadar ip ucu vermekteydi aslında. Basına kapalı gerçekleşen toplantıya iki ABD Kongre üyesi ile AKP Diyarbakır Milletvekilleri İhsan Aslan, Abdurrahman Kurt, AKP Siirt Milletvekili Afif Demirkıran, Hakpar Genel Başkanı Sertaç Bucak, Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Şerafettin Elçi, Diyarbakır eski Milletvekili Haşim Haşimi ile CHP Diyarbakır eski Milletvekili Mesut Değer katıldı.

Toplantı’da nelerin konuşulduğu tam olarak dışarıya yansımasa da, katılımcıların DTP’nin kapatılması, Kuzey Irak Harekatı gibi konular hakkındaki görüşlerinin alındığı öğrenildi. Toplantıdan basına sızan en net bilgi ise Ross Wilson da “PKK ortak düşmanımızdır, tasfiye edilmelidir” mesajını vermesiydi.

Wilson, daha sonraki günlerde ise ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, AKP milletvekilleri Gülşen Orhan, Abdullah Veli Seyda, Mehmet Yılmaz Helvacıoğlu ve Mehmet Emin Ekmen’i benzer şekilde davet etse de, olaya Başbakan müdahale etmekte geç kalmayacaktı. “Arkadaşlarımın oraya gitmesin doğru bulmuyorum, gerekirse biz sayın büyükelçiyi misafir olarak ağırlayabiliriz” diyen Erdoğan bu konudaki net tavrını da gösteriyordu.

Bu görüşmelere DTP’li vekillerin çağırılmaması son derece ilginçken, birkaç hafta önce benzer bir toplantıda AB ülkelerinin temsilcilerinin DTP’lilere “PKK’dan uzak durun” mesajını verdiklerini hatırlamakta fayda var. Almanya’nın PKK’lı teröristleri Türkiye’ye teslim etmeye başladığını da bir kenara not edelim.

Bu gelişmeler artık Batı’nın PKK’yı gözden çıkardığının, daha açık bir dille Kürt sorunu olarak tanımlanan sorunda PKK’nın ve onun siyasi alandaki gölgesinin taraf olmamasına karar verildiğinin açık mesajı olarak algılanabilir.

Hedef gösterilen Kürt aydınlar

Kim bilir belki de bu tasfiye sürecinin farkında olan terör örgütü yöneticileri de, bugüne kadar hiçbir surette karşısına almadığı aynı etnik kökene sahip oldukları Kürt aydınları da, PKK’dan bağımsız çözüm önerileri ürettikleri ve bu düşünceyi savundukları için “işbirlikçi hain” ve “sözde Kürt” olarak tanımlayıp açık hedef haline getiriyordu. Adı geçen aydınlara destek çıkan bir grup sivil toplum örgütünün, PKK’nın açıklamasına karşılık yayınladıkları bildiri de üzerinde durdukları detaylar son derece ilginç: “PKK üst düzey yöneticilerinden biri olarak bilinen Cemil Bayık'ın yazı ve açıklamalarında, bazı Kürt kökenli insan hakları savunucuları, demokratlar ve bazı siyasetçiler adları da belirtilerek hedef gösterilmiştir. Hedef gösterilen kişiler listesinde, Türkiye'de insan haklarının herkese eşit ve tam olarak sağlanması, demokrasinin ve barışçı çözümlerin hayata geçirilmesi çabalarımızda birlikte olduğumuz arkadaşlarımız da yer almaktadır. Bizler, barış, demokrasi ve insan hakları savunucuları olarak; PKK'dan farklı yaklaşımlarda bulunan, farklı çözümler öneren ve şiddet yöntemlerine karşı çıkanların, adları da açıkça belirtilerek, 'sözde Kürt', 'işbirlikçi ve hain' gibi nitelemelerle düşman ilan edilmelerinin ve tetikçilere hedef gösterilmelerinin ahlaki, siyasi ve hukuki suç teşkil ettiğini bildiriyor, şiddetle kınıyoruz. İster PKK'dan, ister resmi - gayri resmi başka kurum, örgüt ya da kişilerden gelsin, şiddet yoluyla hiçbir sorunun çözülemeyeceğini yıllardır savunuyoruz ve savunmaya devam edeceğiz. Farklı görüş ve düşünceleri nedeniyle, insanların hedef haline getirilmesinin acı örneklerini yaşadık. Yöntemi aynı PKK açıklamasında hedef gösterilenlere yönelik bir saldırı girişimini, hepimize karşı yapılmış olarak değerlendireceğimizi bildiriyoruz; Türk, Kürt bütün yurttaşları, yıllardır barışçı çözüm için çabalayan insanları, kurum ve kuruluşları; hedef gösterilenlerin yanında olmaya, kişilerin yaşam haklarına yönelen şiddete karşı tavır almaya çağırıyoruz.”

AKP’nin Güneydoğu başarısı

AKP’nin son genel seçimlerde Güneydoğu’da ede ettiği başarı da bahsettiğimiz tasfiye sürecinin bir sonucu ya da tetikleyici etkenlerden bir tanesi. Partinin 75 Kürt kökenli milletvekiline sahip olduğu bizzat Genel Başkan tarafından dile getirilmişti. DTP’nin en iddialı olduğu il olan Diyarbakır’dan 4 milletvekili çıkarabilmiş olması, geri kalan 4 vekili de AKP’nin çıkarması nereden bakılırsa bakılsın DTP’nin bir başarısızlığıdır. Çünkü parti kendi kalesinde açık bir yenilgiye uğramıştır. Aslına bakarsanız seçimler öncesi Diyarbakır’da yaptığım görüşmeler de sonucun bu yönde olacağını gösteriyordu. İstanbul’dan gelen bir gazetecinin edindiği bu öngörüden DTP’nin habersiz olmasının imkanı yok. Belki de bu nedenle sadece 4 aday çıkarmakla yetindiler. AKP’nin yaklaşan yerel seçimlerde de benzer bir başarıyı göstermesi muhtemel. Böyle bir başarı da adı bugün DTP olan gelecekte başka bir isimle de karşımıza çıkabilecek olan partinin kesin olarak itibar kaybetmesi anlamına geliyor. Tabi ki temsil ettiği ideolojinin de. AKP’nin bu başarısının altında iki önemli faktör yatmakta. Bunlardan biri ekonomik gelişmeler. Oturduğumuz bir kahvede, bir Diyarbakırlının söyledikleri hala kulağımda, “4 yıl önce de şekerin çuvalının fiyatı, bugünkü kadardı”. Kim ne söylerse söylesin AKP’nin açık ya da örtülü şekilde dile getirdiği dini söylemler de başarının bir diğer faktörü. Bölgeyi az çok tanıyanlar bilir ki, Güneydoğulunun etnik aidiyet duygusu çok güçlüdür. Ama ondan daha güçlü olan dini aidiyetidir. Ekonomik sorunlar, terör olaylarının getirdiği izole bir yaşam ve bunları çözeceğini söyleyen İslami söyleme sahip bir parti. Üstelik Kürt sorunu tanımlamasını da kullanmaktan kaçınmıyor. Bölgede PKK’nın elini zayıflatacak başka bir ortam düşünülebilir mi?
Yaşanan tüm bu gelişmelere bir başka pencereden de bakmak mümkün. Tüm terör örgütleri şiddeti bir araç olarak benimserler. Asıl amaçları ideolojilerini duyurup, sonradan mücadelelerini siyasi arenaya taşımaktır. Tarih bunun örnekleriyle dolu. ABD’nin de açık desteğini alan bir Türkiye’ye karşı bölgede daha fazla direnmenin anlamsız olduğunu, silahlı mücadelenin artık kendisini kendi zeminine bile anti patik göstereceğini anlayan terör örgütünün kendi kendisini tasfiye sürecine sokmuş olması da muhtemel. Elbette bunda Washington-Brüksel hattında alınan kararlar da etkilidir.

Düz ovaya ineceklerin anatomisi

Türkiye’de terör üzerine kalem oynatanların büyük çoğunluğu, Güneydoğu’nun ekonomik ve sosyal sorunlarının terörü tetikleyen önemli unsurlardan olduğunu belirtirler. Peki terörün esas aktörleri teröristler gerçekten de bu gerekçelerle mi hareket ediyorlar. Bilimsel araştırmalar, bu gibi sorunların örgütlerin ekmeğine yağ sürdüğünü gösterirken bakın teröristin profilini nasıl çiziyor.

Güçlü Özgan

Son birkaç ay içerisinde yaşanan gelişmeler Türkiye’nin 20 yılı aşkın süredir yaşadığı Güneydoğu sorununun yeni bir boyut kazandığını gözler önüne seriyor. Aylardır bir an önce Kuzey Irak’a bir harekat düzenlemeliyiz diyen Genelkurmay Başkanının son hamle için Başbakan’ın ABD gezisinin sonuçlarını bekleyeceğini söylemesiyle daha da netleşen bu süreç, terörist kamplara yapılan Türkiye tarihinde görülmemiş büyüklükteki hava operasyonlarıyla devam etti. Hala da sürüyor.

Bahsettiğimiz bu süreçte bulanık suda balık avlamak isteyenlerin de sayısı azımsanmayacak kadar fazla… Örgüt yandaşı olan siyasi oluşumlar, Türkiye’nin operasyonlarını sivillere yönelikmiş gibi göstererek haklılık kazanmaya çalıştılar. Ancak Genelkurmay’ın yayınladığı hava saldırısı görüntüleri bu iddiaları boşa çıkardı.

Bu operasyonlarla ilgili olarak yorum yapanların hatırı sayılır bir kesimi de, ABD’nin verdiği istihbarat desteğinin hükümet ile yapılan adı konmamış, muhtemelen kayda da geçmemiş bir anlaşmanın sonucu olduğunu iddia ettiler. Söz konusu iddiaların merkezinde ise, ABD’nin dağdaki PKK’lılara karşı bir af çıkarılması isteği yatıyordu.

Hükümetin başındaki isim Tayyip Erdoğan ise, kendi tabiriyle “böyle bir şerefsizliği” yapmayacağını söylüyordu. Başbakan’a göre Türkiye Cumhuriyeti’nin başındaki bir kişi hiçbir koşulda böyle bir pazarlık içerisine giremezdi. Bu durumda “uluslar arası ilişkilerde iyi niyet yoktur” kuralını bu seferlik unutmamız gerekiyor galiba. Yani ABD, sadece ve sadece iyi niyetinden dolayı imkan dahilinde olmasına rağmen tarihinde ilk kez böylesi bir desteği vermişti.

Bütün bu tartışmalar devam ederken de hükümet bir yandan terörle mücadele için elinden geleni yaparken, diğer yandan da pişmanlık yasasının boyutlarını değiştirme uğraşını sürdürmekte. Görünen o ki, tam anlamıyla bir af olmasa da, bir tür toplumsal uzlaşı yasası gelecek... Bu da dağa çıkmış olup da henüz bir eyleme karışmamış olanlarla, dağa çıkmayı düşünen sempatizanları yolundan çevirecek bir çözüm yolu olarak görülüyor…

Tüm bu iddialar adı üzerinde varsayımdan ibaret… Yakın gelecek ne gösterir bilinmez… Ama siyasi ve sosyal parametreleri iyi okuduğumuzda söz konusu gelişmelerin gerçekleşmesi için çok beklemeyeceğimizi söylemek mümkün.

Affetsek mi, affetmesek mi, affedersek ne kadarını affedelim diye durmadan tartışma konusu yaptığımız teröristlerin niteliklerinin ne olduğu, neden dağa çıktıklarını, PKK’nın onlara yaklaşımının ne olduğunu bilmek bu noktada büyük önem taşımakta. Bunu anlayabilmek için ise Emniyet’in ya da üniversitelerin yaptıkları çalışmaları dikkate almak gerekiyor. Bakın bu çalışmalar sayıları kimilerine gör 5 bin, kimilerine göre ise 10 bin olan teröristlerin profilleri hakkında nasıl bilgiler veriyor bizlere…

Teröristlerin örgütsel faaliyet içerisindeki hayat tarzları kişiliklerini de etkilemekte. Terör örgütleri, mensuplarının kişiliklerini yeniden şekillendirmeye çalışmakla, hastalıklı kabul edilen toplumun içerisinden kazandıkları kişileri çeşitli teorik eğitimlerden geçirmek suretiyle, ideolojileri doğrultusunda yeni bir kişilik tesisine yönelmekte. Kişiliklerin yeniden şekillendirilmesindeki en önemli noktalardan biri, ferdi kişiliklerin ve duyguların ortadan kaldırılarak, tamamen örgütün malı haline gelmiş bir kişiliğin hedeflenmesi.

Yasadışı bölücü terör örgütü adına propaganda yaparak örgütlenme faaliyetleri içerisinde olan şahısların büyük bölümünün ailesinden herhangi bir kişinin daha önce örgütle bağlantı içerisinde olduğu görülmüş, bir kısmının ise okur yazar dahi olmayıp maceracı gençler ile ekonomik sıkıntı içerisinde olan gençlerden oluştuğu müşahede edilmiş.

Sağ terör örgütleri açısından baktığımızda elemanların çoğunun inançlarına bağlılıklarından yararlanılarak kandırılmış, insani değerleri unutacak kadar beyni yıkanmış kişiler olduğu görülmekte. Bunlar genellikle akraba, tanıdık ve hemşehri gibi birbirlerine yakın olgularla bağlı olan kişiler. Bunda aynı semtte ya da gecekondu bölgelerinde ikamet etmelerinin etkisi büyük.

Terörist örgütü değil, örgüt teröristi buluyor

Güneydoğu Anadolu bölgesindeki toprak mülkiyeti ilişkilerinin etnik teröre militan kazandırıcı etkisinin olduğu iddia ediliyor. Topraksız aile oranları Mardin'de yüzde 40,8, Siirt'te yüzde 42, Diyarbakır'da yüzde 48,8, Urfa'da yüzde 53'tür. Traktörün tarıma girmesiyle birlikte diğer bölgelere göre en fazla göç veren bölge Güneydoğu Anadolu bölgesi olmuş.

1003 PKK üyesi tutuklu terörist üzerinde yapılan bir araştırmada teröristlerin yüzde 71'i
kendilerinin örgütü değil, örgütün kendilerini bulduğunu söylemişler. Örgüt ayrıca batı illerinde oturan Güneydoğu Anadolu kökenli kişiler üzerinde hemşerilik propagandası vasıtasıyla, doğu illerindeyse doğrudan etnik kimliği ön plana çıkartmak suretiyle militan, destekçi, para, lojistik destek, örgüte yardım ve yataklık yapacak kişi sağlamaya, toplamaya çalışmakta. KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı'nın yaptığı bu araştırmada bunların büyük bir bölümünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi kırsalından, ailesi ve kendisinin eğitim seviyesi düşük, kalabalık ve çok çocuklu ailelerden gelen, kendilerini ekonomik ve toplumsal kalkınma süreçlerinin dışında hisseden 18- 27 yaş arasındaki gençlerden oluştuğu görülmekte.

Terörist organizasyonlar kitleleri korkutarak, tedirgin ederek, taraflardan birisini tutmak konusunda zorlamak istiyorlar. PKK da bundan farklı bir yöntem izlemiyor elbette. Örgütündeyken teslim olan Sami Demirkıran "Ürperten İtiraflar" adlı kitabında örgütün nasıl üye topladığını şöyle anlatıyor:

"Güneydoğu'da işsizlik yüzünden örgütün eleman topladığı bir dereceye kadar doğruydu. Kimi macera yaşamak, kimi gerçekten devlet kuracaklarına inandığı için PKK'ya katılıyordu. Gerilla romantizminin yükseltilmesi de özellikle büyük şehirlerde etkiliydi. Ezilmişlik ve
romantizm, bayanları dağa çeken en önemli faktörlerdir. Örgüte katılanların çoğunda daha ilk günlerinde pişman oldukları gözlerinden okunabiliyordu. Çünkü kimine örgüte katıldıktan sonra iş verileceği ve ailesine maaş bağlanacağı, kimine dağdaki insanların tamamı Müslüman
diye tanıtılıp bu mücadelenin vatani vazife olduğu, kimine devlet kurulunca subaylık, kaymakamlık verileceği..."




Terör Örgütlerindeki Militanların Yaş ve Öğrenim Durumları

Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekat Daire Başkanlığı’nın yaptığı araştırma



Sol Terör Örgütleri
826 sol terör örgütü mensubunun dosyası üzerinde yapılan bir araştırma sonucunda;
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 65 14-25 yaş grubunda
% 16.8 25-30
% 17.5 30’dan sonrası

Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 20.4 Yüksekokul mezunu ya da öğrencisi
% 33.5 Lise mezunu ya da öğrencisi
% 14 Ortaokul mezunu
% 29.9 İlkokul mezunu
% 1.9 Cahil


Dini Motifli Terör Örgütleri
200 dini motifli terör örgütü mensubunun dosyaları üzerinde yapılan bir araştırmada:
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 2.5 10-14 yaş grubunda
% 72.5 15-25 “
% 17 25-29 “
% 6 30-34 “
% 2 35-65 “

Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 22.5 Yüksekokul
% 40.5 Lise
% 14 Ortaokul
% 19 İlkokul
%2.5 Okur-yazar
%1.5 Cahil

Bölücü Terör Örgütleri
262 tutuklu terör örgütü PKK mensubu üzerinde yapılan bir anket çalışmasında;
Yaş Gruplarına Göre Dağılımları
% 54 14-25 yaş grubu arasında
% 34 26-37 “
% 12 38-58 “

Öğrenim Durumlarına Göre Dağılımları
% 11 Üniversite
% 16 Lise
% 13 Ortaokul
% 39 İlkokul
% 12 Okur-yazar
% 9 Cahil

16 yüzyıl sufilerinin gizli dili: BALEYBELEN

Türk dili konusunda akademik çalışmaların altına imza atan Mustafa Koç, 16’ncı yüzyıl Osmanlısında sufilerin itikadi sırlarını saklayabilmek amacıyla icat ettikleri Baleybelen adlı yapma dilin şifrelerini çözdü. “Dilsizlere dil veren” anlamına gelen Baleybelen ile sırlanan bilgiler bugün tek tek gün ışığına çıkıyor.

Güçlü Özgan

Yedi cihana hükmedilen bir yüzyıldır 16’ncı yüzyıl Osmanlı için… Kayıtsız şartsız bir üstünlüğü vardır imparatorluğun dünya coğrafyasında. Üstelik bu büyüklüğün nedeni sadece toprakların genişliğinden, ekonomik anlamdaki gelişmişlikten kaynaklanmamaktadır. Farklı dine inanan, farklı dilleri konuşan, farklı ırklara mensup yüzlerce farklı kültür imparatorluğun güvenli şemsiyesi altında varlığını sürdürmektedir.

Ancak kimileri için sanıldığından farklı bir tehdit söz konusudur… Üstelik tehdit altındakiler hakim dine mensup kişilerin bir kısmıdır… Katı Arap taassubunun hakim olduğu İslam anlayışına, saray sıkı sıkıya bağlıdır… Bu anlayışı da Şeyhülislamlık kurumu altından bir politika haline getirmiştir. İslam’ın farklı yorumlarına, gözler kulaklar ve kalpler kapalıdır… Dağda, taşta, suda, insanda; Allah her yerdedir ve her şeydir olarak özetlenebilecek “vahdetivücut” anlayışını benimseyen kimi sufiler için darağacı neredeyse kaderin diğer adıdır… Resmi olarak yasaklanmasa da, İbni Arabi, Mevlana gibi bir isimlerin görüşlerini tartışmak büyük tehlikeyi kabullenmektir. Mesnevi’yi okuyanlar, Mesnevi’nın farklı yorumlarını insanlara anlatanlar, dergahlarda bunları okuyup konuşanlar için ölün neredeyse kaçınılmazdır. Tanrı anlayışını “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” olarak anlatan Şeyh Muhyiddin-i Karamani’nin, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin asıldıkları bir yüzyıldır 16. yüzyıl Osmanlı için.

İnsanın tanrılaşması ya da…

Asıl sorun insanın tanrılaştırılması ya da tanrının insanlaştırılmasıdır. Burada tam bir uzlaşma sağlanamamaktadır. Devletin kontrolündeki medreselerde kelam adı verilen ve her türlü yoruma kapalı itikadi din formu öğretilirken, sufilerin dergâhlarında bu sistem olabildiğince eleştirilmektedir.

Bu şartlar içerisinde sufilerin kendi düşüncelerini, din ve tanrı yorumlarını konuşarak yaymalarının ya da belgelemelerinin imkanı yoktur. Yazı şarttır… Ve hatta belki de kendilerinin dışındakilerin anlayamayacağı özel bir dil ve yazı şekli de şarttır. İmparatorlukta itikadi boyutta yaşanan bu tartışmaların doruğa çıktığı yıllarda, sufiler adına çözüm bir şairden gelir. Muhyi-i Gülşeni.

1528 – 1604 tarihlerinde yaşamış olan Muhyi, bugün adı sadece birkaç akademisyen tarafından hatırlanan bir isim olsa da, yaşadığı dönemde Osmanlı’nın en tanınan şairlerinden bir tanesidir. Ailesi devlet içerisinde yüksek mevkilerde görevli olduğu için medrese eğitimi almıştır. Ve hatta kendisi de saraya yakın bir görüntü çizmektedir. Şiirleri padişaha okunmakta ve büyük takdir görmektedir. Bu sayede geniş bir çevre de edinmiştir. Şeyhülislam Ebu Suud’la oturup sohbet eder, ertesi gün sufi anlayışa sahip bir insan olarak dergâhlarda gönüldaşlarıyla sabahlara kadar ibadet ederdi. Muhyi asıl olarak Halveti tarikatının Gülşeni koluna bağlıdır

Baleybelen ile ‘sır’lanan eserler

Bir sufi olarak o da, tanrı adı verilen o yüce varlığın sırlarına ulaşmak, ne kadar tanrılaşabileceğini görmek istemektedir. Bunun için hayatını gözünü kırpmadan feda edebileceği yola gönüllü olarak girmiştir. Bu yolda konuşulanların, yazılanların ve hatta düşünülenleri, kendi icat ettiği Baleybelen adını verdiği yapma dille sırlanması gerektiğine inanmaktadır. Ancak bu sayede o büyük sırrı kendilerine saklamış ve kaybolup gitmesini engellemiş olacaktır. Aslında bu yöntem aslında sufiliğin ortaya çıkışından beri uygulanmaktadır. Bilgi ancak, o bilgiyi almaya isteği ve kabiliyeti olan insanlara verilmelidir. Bunun dışındaki zümrelerden sakınılmalıdır. Muhyi yazılarında kendisini “zeban-zede-i ebkeman” dilsizlere dil veren olarak tanımlar. İcat ettiği yapma dilin Türkçe’deki anlamı da “dilsizlere dil veren”dir.

Baleybelen; grameri, cümle kurgusu hatta ses kullanımıyla tamamen orijinal bir dildir. Türkçe, Arapça ve Farsça’dan etkilenen bu dili icat etmek için Muhyi uzun yıllarını verir. Bu dilde yaklaşık 200 eser kaleme alır. Bunlar kendi dini yorumlarını, kendi mektuplarını, şiirlerini, hadis, tefsir ve kelam bilgilerini içeren kitaplardır. İcat ettiği yeni dili anlatabilmek için büyük çabalar gösterir Muhyi. Sonuçta kendi düşüncesine destek çıkan insanlar da bulur. Onlarla bilgilerini paylaşır, yeni dili öğretir. Baleybelen’i icat ederkenki tek düşüncesi elbette sadece bilgilerin sırlanması değildir. Bugüne ulaşan yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, ileriki dönemlere yönelik bir başka hedefi de, sadece bu yeni dilin konuşulduğu bir Osmanlı’yı görebilmektir. Ancak bu hedefine hiçbir zaman ulaşamayacaktır.

Muhyi bu dili keşfetme öyküsünü anlatırken, vahiy kavramına sıkça gönderme yapar. Bu anlamda bu dile ilahi bir anlam da yüklemiş olur. Muhyi, kendisinin ilham olarak nitelendirdiği bilgilerin, kendi düşüncelerinin, kendi aklının eseri olacağını düşünemeyecek kadar teslim olmuştur. Her türlü insani çabayı, ilahi bir yardıma dayandıran bir cemiyetin ferdidir o.

İlahi mucizeler

Kendi hayatını anlattığı eserlerinde sık sık ilahi mucizelere gönderme yapar. Örneğin kendisi için 77 rakamının özel bir anlamı vardır. Bir Nakşi şeyhinden aldığı bu özel bilgiyi ancak yıllar sonra yorumlayabilecektir. Sonradan bilgilerine değer verdiği Hafız Muhammed adındaki Nakşi Şeyh, Muhyi ile tanıştığında 77 yaşındadır. Tanıştıklarında kendi yaşını ima ederek “Sana dahi yetmiş yedide çok hakikatler nasip olacak” der. Hicri 977 yılında bu şeyhle olan görüşmelerini kaleme aldığında bu anıyı hatırlar Muhyi. Baleybelen ile kaleme aldığı bir çok esere de bu tarihte başlayıp bitirmiştir. Hafız Muhammed’in kendisi için söylediği “makam-ı izze vasıl olursun” cümlesindeki “izz” kelimesinin ebcet hesabı dikkate alındığındaki sayısal değeri de 77’dir. Muhyi, 1604’te öldüğünde yaşı 77’dir.

Tanrı herkese ortak bir mesaj ilettiği gibi, aynı ortak mesajın altında farklı mesajlarda iletir diye düşünür Muhyi ve takipçileri. Bu iletilen mesajlar ancak irfani bilgiye sahip olanlara hitap eder. Bu bilgi ehli tarafından yazıya dökülmeli ama mutlaka sırlanmalı düşüncesine sıkı sıkıya bağlıdırlar diye düşünürler. Elbette bu düşünceleri nedeniyle de eleştirilirler. Hatta Muhyi, yeni bir dil oluşturarak kendisini tanrıya eş koştuğu şeklindeki yaklaşımlar nedeniyle büyük baskılar görür. Tam olarak kesinlik kazanmamış olsa da hayatının son dönemini geçirdiği ve öldüğü Kahire’ye gidiş nedeni de muhtemelen bu baskılardır. Zaten Baleybelen’le kaleme aldığı 200 eseri de bu şehirdeki Gülşeni asitanesinin kütüphanesinde saklar. İcat ettiği bu yeni dil de hemen hemen kendisinin ölümüyle beraber tarihe gömülür. Muhyi’nin büyük idealleri de, Baleybelen’in unutulmasıyla hiç kurgulanmamışçasına unutulur…

Muhyi’ni geride bıraktığı eserlerin pek azına ulaşılabilmiş durumda. Baleybelen Risaleleri adı verilen bu eserlerden bazıları şunlar: Menakıb-ı İbrahim-i Gülşeni’de, ait olduğu takikatın şehhinin hayatını, Nefhatü’l-Eshar’da mistik tecrübelerini, tanıdığı şeyhlerin hikmetlerini, Ahlak-ı Kiram’da ideal aile ahlak yapısı hakkındaki düşüncelerini, Kitab-ı Me’ab’da tanrı bilgisine ait detayları, Mevlevi’de İstanbul’dan Kahire’ye uzanan mistik tekâmülünü anlatır.

200 yıl sonra Halep

Muhyi’nin ve Baleybelen’in kayıp yolculuğu yaklaşık 200 yıl sürer. Bu süre içerisinde hiç kimse böyle bir yapma dil olduğunu hatırlamayacak ve bilmeyecektir. Ta ki, 1813 yılında Paris’teki Oryantal Diller Okulunda çalışan akademisyen Sylvestre Sacy’nin kaleme aldığı bir makaleye kadar. Fransız araştırmacı Rousseau, Halep'te tanımadığı dilde bir esere rastlar. Sorup soruşturur, sonuç alamaz. Eserin giriş sayfasının kopyasını İstanbul’da Alman Elçiliği’nde ateşe olan tarihçi Hammer'e gönderir. Esrarengiz sayfanın şifresini Hammer de çözemez, işi doğubilimci Sacy’e havale eder. Sacy 8 yıl kadar sonra söz konusu kitabın başka nüshasını İmparatorluk Kütüphanesi'ndeki doğu yazmaları koleksiyonunda bulur. Sacy’e göre, Baleybelen ya kaybolmuş bir millete ait veya Doğu kabalistlerinin kullandığı bir gizli dildir. Sacy’nin elinde olan parça sadece Baleybelen’in sözlük bölümüdür. Bu nedenle onun ne olduğu konusunda net bir fikre sahip olamaz. Bu dilin ne zaman, kim ve hangi amaçla üretildiğini anlayamaz. Ona göre çözemediği bu dil, ya kaybolmuş bir kültüre ait bir dil ya da kabalistlerin kullandığı şifreli bir dildir. Sacy’nin bu makalesinin dışında Baleybelen ile ilgili tek bilimsel çalışma İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mithat Sertoğlu’nun 1966 tarihinde yayınladığı “İlk milletlerarası dili bir Türk icat etmişti” başlıklı makalesidir.

Baleybelen’in şifrelerini beş yıllık bir çalışma sonrasında çözen kişi Mustafa Koç olur. Kayseri İmam Hatip Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan, yüksek lisans ve doktorasını da bu fakültede yapan Mustafa Koç’un Baleybelen’in çözme süreci tam anlamıyla bir macera…

Türk dili tarihi konusunda araştırmalar yapan Mustafa Koç, İmparatorluk Kütüphanesi yazmalarını incelerken Sacy’nin makalesine rastlar. Makalede adı geçen Muhyi’yi Osmanlıca kaleme aldığı eserlerden tanıyan Koç, makalede söz edilen yabancı dilin ne olduğunu merak eder. Bu merak, Türkiye-Fransa-Mısır üçgeninde tam 5 sene sürecek olan zorlu bir sürecin de başlangıcı olur.

“İlk iş olarak Sacy’nin bahsettiği yazmaları aramaya başladım. Ama İmpartorluk’tan Cumhuriyet’e geçme sürecini yaşayan Fransa’da bu tür belgelere ulaşmak çok zordu. O süreç içerisinde bu belgeler çok yer değiştirmişti. Bu bahsettiğim metin 200 varaklık bir metindi. Uzun süren araştırmalarımın sonucunda bunların Arapça yazmalar koleksiyonunda olduğunu gördüm. Yazmaları zor bulmamın bir diğer nedeni de, kataloğu hazırlayanların bu metinleri hangi dilin arşivine koyacağını bilememeleriydi. Çünkü Osmanlı harfleri kullanıldığı halde çözülemeyen bir dil kullanılmıştı.

Bulduğum bölüm sadece sözlük bölümüydü. Esas öğrenmem gereken konu gramerdi. Muhyi’nin şiirleri üzerine çalışmış olan hocalarımdan aradığım yazmaların Kahire’de olduğunu öğrendim. Ömrünün uzun bir bölümünü Kahire’de geçiren Muhyi’nin yaşadığı yerleri görmek için de Kahire’ye gitmek benim için iyi bir deneyim olacaktı. Olanaklarımı zorlayarak Mısır’a gittim. Mısır Milli Kütüphanesi’nde aradığım yazmaları buldum. Orada geçirdiği birkaç hafta boyunca da, Muhyi’nin mezarını, yaşadığı tekkeyi de gördüm.”

Baleybelen’in geremer yapısını ve sözcüklerin Osmanlıca karşılıklarını içeren bölümler artık Mustafa Koç’un elindedir. Peki dilin ses yapısı ne olacaktır?

“Baleybelen’in ses yapısını anlatan bölümlere ihtiyacım vardı. Bu olmazsa elimdeki bilgilerin hiçbir önemi yoktu. Bu sorunu çözmemin tek yolu da Muhyi’nin bu konudaki notlarına ulaşmamdan geçiyordu. Tamamen bir tesadüf eseri Hacı Selim Ağa kütüphanesinde bu notlara da ulaştım. Bu notlarda Muhyi’nin yeni keşfettiği dille ilgili egzersizleri yer alıyordu. Farsça bir sözlüğün üzerine aldığı bu notları bularak büyük bir adım atmış oldum.

Karşı karşıya kaldığım yeni dili, Göktürk anıtlarını ilk kez görüp, burada neler yazdığını anlamaya çalışan bir adamın şaşkınlığıyla izledim. Çalıştıkça parça parça dil ve metin çözülmeye başladı.”

Baleybelen’le ilgili yaptığı çalışmaları, “ İlk Yapma Dil Baleybelen” adlı bir kitapta toplayan Mustafa Koç’un, Muhyi’nin icat ettiği dili “ilk” olarak nitelendirmesinin nedeni ise bu konuda yapılan tarihi bir hatayı düzeltmektir. Batılıların yazdığı tarihe bakıldığında, ilk icat edilen yapma dilin 1887 tarihinde Polonyalı
Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından üretilen Esperanto olduğu görülür. Zamenhof bir Polonyalı Yahudi’dir. Yahudilerin içe kapanıklıklarının iletişimsizliğe dolayısıyla da sosyal bir gerginliğe neden olmasından rahatsız olan Zamenhof’un Esperanto’yu icat etmesinin en önemli nedeni de budur. Ona göre, milletler arası ilişkilerde kullanılanacak böylsesi yapay bir dil iletişimsizliği de sona erdirecektir. Muhtemelen “ümit eden” anlamına gelen bu yapay dil için bu ismin seçilme nedeni de budur.

Bugün yüzlerce internet sitesi Esperanto’yu öğrenmek isteyenlere yardımcı oluyor. Bu sitelerin belirttiğine göre de günümüzde Esperanto’yu kullanebilenlerin sayısı bir buçuk milyonu buluyor.

Mustafa Koç’un Muhyi ve Baleybelen hakkında yaptığı çalışma da tarihi bir bilgi hatasını düzeltir nitelikte.



İlahi Adem dilini ararken icat edilen yeni diller

Yapma dil araştırmaları ve tartışmaları, Adem’in ilinin halen devam edip etmediği tartışmalarının üzerine başlar. Adem, öğreticisi tanrı olan bir dili konuşuyorsa o dil doğal olarak ilahi bir dildir. İşin içerisinde tanrı olduğu için de doğal olarak mükemmel bir dildir. Batı medeniyeti, klasik dönemde bu dilin, devam edip etmediği konusunda bir takım tartışmalara girer. Üzerinde tartışılan ilk metinler kutsal metinlerdir. Yani Tevrat. Bu tartışmalarda bir Babil travmasından bahsedilir. Babil’in dağılmasına kadar Adem’in çocukları, Adem’e ait olan standart bir dili konuşurken, Babil’in dağılma sürecinde yoldan çıkan insanlar tanrıya baş kaldırır ve tanrı onları cezalandırılır. Bu ceza öyle şiddetlidir ki Babil’liler bir travma geçirirler. İlahi ve kusursuz olan dillerini bu travma sonrasında kaybederler. Yeryüzüne dağılan Babil’lilerin her bir kolu farklı bir dil konuşmaya başlarlar. Artık kutsal ve kusursuz olan dil tarihe karışmıştır. .

Bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar hep dünya üzerinde konuşulan dillerden birinin Adem’in dili olduğu anlayışı etrafında yapılır. Bu tartışmaların içerisine millilik anlayışı da girince, her millet kendi konuştuğu dilin o ilk ilahi dil olduğunu ileri sürer. İrlandalılar, İskoçlar, İngilizler, Fransızlar ve Avrupa’daki hemen tüm milletler bunu yapar.

Kutsal dilin ne olduğu doğu dünyasında da tartışılır. Genellikle dini referanslara başvurulur. Peygamber adına hadisler uydurulur. İranlılar Farsça’nın, Araplar Arapça’nın o ilk kutsal dil olduğunu iddia ederler. Türk dünyasında da bu tartışmalar yapılır. 15’inci yüzyılda bile Adem’in dilinin Türkçe olduğu yazılıp konuşulur. Örneğin Kaygusuz Abdal’ın böyle bir görüşü vardır. Kaygusuz Abdal bir manzum eserinde şöyle bir hikâyeyi de anlatır. Adem cennette o ilk günahı işlediğinde, Allah Cebrail’e ‘söyle Adem’e cennetten çıksın’ der. Cebrail de gider bunu iletir. Ancak Adem çıkmaz. İkinci defa Allah aynı isteği tekrar eder. Adem yine çıkmaz. Cebrail döner Allah’a ‘Yarabbim kulun Adem cennetten çıkmıyor’ der. Bunun üzerine Allah, “Ona Türkçe söyle, o Türkçe’den başka dilden anlamaz’ der.

Yapma dillerin tarihi de, Adem’in dilini bulma çabalarının sonucu başlar. Mükemmel dil arayışının tarihidir bu aynı zamanda. Bu arayışların merkezi ise genellikle Batı dünyası olur. Batıda yapma dil arayışları genellikle mantık ve matematiksel araçlar kullanılarak kurgulanır.

Dünya kalabalıklaştıkça insanlar ve toplumlar arası diyaloglar da artar. Özellikle imparatorluk kültürü bu ilişkileri daha da yoğunlaştırmıştır. Bu diyalog kimilerine göre oluşturulacak yeni bir yapma dil ile daha kolay sağlanacaktır. Bu sayede toplumlar çok daha rahat anlaşacak, birlik ve beraberlik sorunu ortadan kalkacaktı. Bu anlamda ciddiye alınabilecek ilk çalışmalar 1879’da Johann Martin Scleyer tarafından üretilen Volapük ve 1887 tarihinde Leyzer Ludvik Zamenhof tarafından üretilen Esperanto’dur. Bunların içerisinde en çok taraftar bulan Esperanto’dur.




“O, her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu”

Mustafa Koç, Muhyi’yi ve yaşadığı dönemi şöyle anlatıyor:

Muhyi 16’ncı yüzyılın az tanınan en derin simalarından birisi. Onun kadar önemli bir şahsiyetin modern zamanlarda adının anılmaması çok ilginç. Oysa Muhyi çalışmalarında çok alışkın olmadığımız halde çok konuşuyor. İç dünyasını çokça anlatıyor. Çok önemli bir sufi ama takipçileri çıkmamış. Kuvvetli bir kalem üzerinde çalışan birileri yok. Modern dönemin medrese camiası ve ilahiyatçılarımız onu tanımıyor. Doğu dillerini çok iyi bilen Muhyi, daha 15 yaşındayken Farsça metinler üretiyor. Çok önemli ilim adamlarından dersler almış. Yaşadığı dönemin en önemli isimleriyle sürekli olarak birlikte olmuş.

Muhyi 16’ncı yüzyıl Osmanlısının bütün katmanlarını çok iyi biliyor. Saray hayatından sufi müesseselere, medreseden ticari hayata kadar her şeyi anlatıyor kitaplarında. Bu kitaplarda bulduğu her fırsatta da kendi iç dünyasıyla ilgili bilgileri ve tecrübelerini de aktarmaktan kaçınmıyor.

Muhyi yaşadığı imparatorluğun hemen tüm bölgelerini çok iyi biliyor. Nasıl bir karışımın içerisinde var olduğunu da görüyor. Farklı din ve dilleri tanıyor. Bu yabancı dili konuşan grupların ortak bir dil kullanması gerektiği inancına kapılıyor. Hatta imparatorluk toprakları içerisindeki tüm insanların bir gün anadillerini bırakıp, Baleybelen’le okuyup yazacaklarını hayal ettiğini kendi metinlerinde de belirtiyor.

O her şeyi tanrının bir yansıması, bir gölgesi olarak görüyordu. Şeytan’ı bile tanrının bir yansıması olarak görüyor. Ona göre tanrı yoldan çıkarır. Şeytansa yoldan çıkarma konusundaki en usta varlıktır. Öyleyse tanrının yoldan çıkarma sıfatının en güzel tecellisi şeytandır. Kelamcılar tanrıyı her türlü beşeri sıfattan uzak tutmaya çalışırken, Muhyi’ninki gibi bir yorumu ve bu yorumu yapanları kabul etmelerinin imkanı yoktur. İnsanı tanrılaştıran, tanrıyı mükemmel insan olarak gören anlayış elbette çok sert tutumlara maruz kalmıştır. İşte Oğlanlar Şeyhi’ni Sultanahmet meydanında idama götüren düşünceler de bunlardı. İdamın en önemli nedeni ise bu düşüncelerin geniş halk kitlelerine yayılmak istenmesiydi. Şeyh Muhyiddin-i Karamani de, “O var, O’nun dışında hiçbir şey yok” derken bu anlayışını anlatıyordu. Kelamcılara göre bu düşünceler son derece sakıncalıydı. Ve idam için iyi bir gerekçeydi.



Baleybelen sözlüğü

Mustafa Koç’un kalene aldığı 750 sayfalık kitapta: Muhyi’nin hayatı, Baleybelen’in bulunuş süreci, dilin gramer ve ses yapısı hakkındaki bilgilerin yanında bir de saölüğr yer veriliyor. İşte Türkçe’den Baleybelen’e bazı sözcüklerin kitapta yer alan karşılıkları:

Aşık: Set
Baş kesen: Fer’az
Cin: Nib
Çıyan: Kaçev
Deri soymak: Neçem
Ekmek: Betem
Fal: Neyad
Gölge: Şal
Helak: Deşak
Irak: Feyam
İftira: Kilar
Kabus: Binhav
Laf: Kebe
Mana: Gebi
Nefes: Ad
Oluk: Dişab
Ökçe: Vepil
Padişah: Minal
Rabb: Beslecen
Selvi: Recid
Şakak: Firnir
Tanrı: Ban
Uç: Refey
Ümmet: Deras
Vücud: Bahreme
Ya Allah: Yaan
Zemin: Çeb

İran namlunun ucunda



Amerika İran’ın ensesinde. Tüm dünya ABD’nin Irak ve Afganistan benzeri bir operasyon yapıp yapamayacağını tartışıyor. ABD’deki düşünce kuruluşları ise tüm çabalarını İran konusunda ne yapmalıyız konusu üzerine yoğunlaştırmış durumda. Bundan ik sene önce şimdiki ABD Savunma Bakanı Gates ve Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yapmış olan Brzezinski’nin başkanlığında hazırlanan İran’ın Zamanı Geldi başlıklı araştırma raporu, süper gücün gelecekteki İran politikası konusunda da ip uçları veriyor. Brzezinski ile bu politikaları ve Türkiye’nin üstleneceği rolü konuştuk.

Güçlü Özgan

ABD Başkanının ülkede yapılan son seçimlerde uğradığı büyük oy kaybı e snatodaki Cumhuriyetçilerin çoğunluklarını kaybetmesi, ABD halkının Bush yönetiminin Irak ve Afganistan politikalarına karşı olan tavrının bir göstergesi olarak görülüyordu. Bu yenilgi edeniyle, bu ülkelere yönelik olarak yapılan operasyonların baş aktörü olarak görülen Savunma Bakanı Donald Rumsfeld koltuğundan oluyordu. Rumsfeld’den boşalan koltuğa
Nispeten daha ılımlı politikalar benimseyen eski CIA Başkanı Robert Gates oturuyordu. Daha önce Baba Bush’un ekibinin önde gelen isimlerinden birisi olan Gates ile ABD politikalarında radikal değişiklikler beklemenin hayalcilik olarak değerlendiriliyor. Ama bu ‘yeni’ ismin Bush’a az da olsa nefes aldıracağı kesin. Irak’taki askerlerini geri çekmeye hazırlanan hazırlanan ABD’nin yeni hedefi ise İran. İran’ın elindeki nükleer teknolojinin silah üretiminde kullanılacağı endişesini taşıyan ABD, bu iddiasıyla tıpkı Irak’ta yaptığı gibi İran’ı da köşeye sıkıştırma politikası güdüyor. Peki gelecekte Gates ile bu ülkeye yönelik olarak uygulanan politikalarda nasıl manevralar izleyeceğiz? Bu manevralarda Türkiye’ye biçilen rol ne olacak? ABD’nin yeni bir işgal planı olacak mı? Bütün bu soruların yanıtı 2004 yılında şimdiki Savunma Bakanı Robet Gates ve Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı olan Dr. Zbigniew Brzezinski’nin yönetimindeki bir ekip tarafından hazırlanan “İran’ın Zamanı Geldi” başlıklı çalışmada yer alıyor. Çalışma, Profil yayınevi tarafından “İran’ın Zamanı Geldi başlığıyla Türkçe’ye çevrilip geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Biz de ABD’nin yeni Savunma Bakanı ile birlikte çalışmanın altına imza atan Brzezinski ile İran politikasının gelecekteki seyri konusunda konuştuk.

Gates’in Savunma bakanlığı koltuğuna oturmasıyla ABD’nin İran politikalarında nasıl bir değişiklik süreci yaşanabilir?

Mutlaka olacaktır. İran’la siyasi bir diyalog kurmak için, İran’ın nükleer hırsı ve bölgedeki ihtilaflara karışması gibi sorunların çözüme kavuşması beklenmemelidir. Bunun yerine, seçici bir siyasi ilişki sürecinin başlatılması, potansiyel olarak bu ayrılıklara hitap edecek bir yol sunulmaktadır. Tıpkı ABD’nin bir yandan iç ve dış politikalarının belirli yönlerine kuvvetle karşı çıkarken Çin ile yapıcı bir ilişkiyi koruması gibi (ve daha önce Sovyetler Birliği ile yaptığı gibi), Washington bir yandan sakıncalı politikalarına karşı mücadele ederken, ortak çıkar noktalarını bulmaya hazır olarak İran’a yaklaşmalıdır. Tahran’la nihayetinde gerçek bir uzlaşma sadece nükleer silahlar, terörizm ve bölgesel istikrar konularını içeren ABD’nin en önemli kaygılarında anlamlı bir ilerleme olduğu bir ortamda oluşabilir.

Bu raporda, ilişkilerin sınırlı da olsa geliştirilmesi gerektiğini, İran’da rejimin yıkılmasının neredeyse imkânsız olduğu belirtiliyor. Size göre ABD yönetimi bu anlayışını benimseyecek midir?

İran ve Birleşik Devletler arasındaki çözümlenmemiş ihtilafları kapsamlı olarak çözüme kavuşturacak “büyük bir anlaşma” gerçekçi bir hedef değildir ve böyle bir hedefin peşinden gitmenin, Washington’un temel çıkarları açısından, yakın gelecekte bir gelişmeye vesile olması mümkün görünmemektedir. Bunun yerine ABD ve İran’ın çıkarlarının birleştiği noktalarda İran’la seçici bir ilişki kurulmasını ve bu ilişkiyi giderek artırarak iki hükümeti bölen sorunların daha geniş bir alana yayılmasını durdurmayı önermekteyim.

Bugünkü ABD yönetiminin, İran’ı işgal ya da rejimini değiştirme gibi açık bir planı var mı?
ABD yönetiminin İran’da rejimi değiştirmek istediği muhakkak. Ama ben şunu öneririm: ABD, İran’da bir rejim değişikliğine dayanmadan demokrasiyi savunmalıdır, çünkü bu milliyetçi hassasiyeti uyandırarak, mevcut rejime karşı olanların dahi rejimi savunmaya geçmelerine neden olacaktır. ABD hükümeti söylem ve politikalarını, İran’ın içeride daha güçlü demokratik kurumlar kurmasını ve dışarıda diplomatik ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesini teşvik edecek siyasi bir değişimi desteklemeye odaklamalıdır. İvedi bölgesel ve uluslararası konulara hitap etmek için mevcut hükümetle ilişki içerisinde olmak, ABD’nin bu amaçlar için verdiği destekle çelişmek durumunda değildir; aslında akılcı bir şekilde yürütülecek olan ilişkiler İran’da değişim olasılığını artıracaktır.

Bundan sonra İran’a karşı nasıl bir politika izlenmelidir?
Bu soruya şöyle cevap verebilirim: Tahran’a yönelik ABD politikaları cezai önlemler kadar teşvik edici unsurlar da içermelidir. ABD’nin kapsamlı, tek yanlı yaptırımlara olan inancı İran’ın davranışını değiştirmede başarılı olamamıştır ve güç tehdidi dışında Washington’u İran hükümetine karşı daha büyük bir baskı unsurundan mahrum bırakmıştır. İran’ın içeride ve dışarıdaki politika seçeneklerini şekillendirmede ekonomik çıkarlarının giderek daha çok önem kazanan rolü göz önünde bulundurulduğunda, Birleşik Devletlerle ticari ilişki olasılığı Washington cephesinde güçlü bir araç olabilecektir.

Yaşanan Irak deneyimi, bu konuda izlenecek yolda taktik değişikliklere neden olabilir mi?

ABD’nin İran’ın yanı başında Afganistan ve Irak’a askeri müdahalesinin bölgedeki jeopolitik görünümü değiştirdiğine inanmaktayım. Bu değişimler, hem Birleşik Devletler’e hem de İran’a, öncelikle bölgesel istikrar gibi ortak çıkarları içeren konular; ve terör ve nükleer silahların yayılması gibi zor konularda karşılıklı faydaya dayanan bir diyalogun başlatılması için yeni teşvik edici unsurlar sunabilir. İran’a yönelik en anlayışlı politikanın dahi İran’ın inatçılığı yüzünden sonuçsuz kalabileceğinin de farkındayız.

Size göre ABD’nin İran içerisindeki muhalif gruplarla olan ilişkisi ne düzeyde?

ABD’nin sadece İran’la değil dünyanın her devletindeki muhalif gruplarla ilişkisi vardır. ABD, İran halkı ve dünyanın geri kalanı arasında siyasi, kültürel ve ekonomik bağları genişletecek önlemler almalıdır. Bu amaçla ABD, İran’da devreye sokmak için sivil toplum kuruluşlarını yetkilendirmeli ve İran’ın Dünya Ticaret Örgütü ile katılım müzakereleri başlatma başvurusuna onay vermelidir. İran’ın tecrit edilmesi, sadece halkının daha demokratik bir hükümet için devam etmekte olan mücadelesini geciktirir ve dünyanın geri kalan kısmına karşı gelmeyi nasihat eden uzlaşma karşıtlarını güçlendirir. İran’ı resmi kurumsal yükümlülüklerle birlikte halklar arasındaki iletişimi genişleterek uluslararası topluma kaynaştırmak, ülke içinde iyi bir yönetim taleplerini şiddetle artıracak ve yurt dışında macera arayışlarına yeni sınırlamalar getirecektir.

Gates, Irak politikalarında bir değişiklik taraftarı mı?

ABD, Irak’ta çok yanlış işler yaptı. Şu anda orada bir kaos olduğu doğrudur. Amerikan askerleri hemen Irak’tan çekilmemelidir. Zaten böyle bir durum başarısızlık olarak algılanır. Ama ABD yönetimi bölge ülkelerini- Suriye, İran vb- çözüme ortak etmelidir.

Böyle bir değişiklik olacaksa, Türkiye’den beklentiler ne düzeyde olacaktır?

Türkiye bölgenin en önemli ve tek demokratik Müslüman ülkesi. Amerika Türkiye’yi hiçe sayamaz. Hem Ortadoğu barışında hem de Irak’taki karışıklıkların halledilmesinde Türkiye’ye aktif roller düşüyor.

Türkiye’den bir destek istendiğinde doğal olarak, Türkiye PKK konusunu masaya getirecektir. ABD, PKK’nin Kuzey Irak’taki faaliyet alanının daraltılması ya da ortadan kaldırılması yönünde bir destek verebilir mi?

ABD’nin PKK konusunda daha somut adımlar atması şart. Yukarıda da söylediğim gibi ABD Türkiye’yi hiçe sayamaz. Bu konunun bir şekilde halledileceğini düşünüyorum. ABD ile Türkiye arasındaki ilişki PKK yüzünden bozulmaz.

Türkiye kamuoyunun ABD ve bölgede izlediği politikalara karşı olumsuz bir bakış açısı bulunuyor. Bu durumu değiştirmek için ABD ne yapmalı?

Bu çok normal. ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinden sonra böyle bir tepki gayet normal. Ama bu durum hep böyle süremez. Amerika’nın bu durumdan kurtulabilmesi için bölge ülkeleriyle diyalogunu artırması lazım.

ABD’nin Ortadoğu’da gerçekten barış istiyorsa ne yapması gerekir?

Birleşik Devletler, Ortadoğu barış sürecinde aktif rol almalı ve önde gelen Arap devletlerini hem süreç açısından hem de kesin bir anlaşma sağlamak için samimi ve sağlam destek sağlamaları için taahhüt vermeye zorlamalıdır. Barışa yönelik bir ilerleme olmadığında, İran’ın İsrail karşıtı kışkırtıcılığı ve faaliyetleri gelişmektedir. Terörist gruplara yardım akışını kesecek çabalar, devam etmekte olan şiddet döngüsüne anlamlı bir alternatif sunacak adımlarla birlikte yürütülmelidir. Arap-İsrail barışını sağlamak amacıyla Washington tarafından yürütülen ciddi çabalar, bölgedeki radikal akımları eninde sonunda engelleyecektir.

Peki, ABD size göre İran’a yönelik politikalarında somut olarak ne yapmalıdır?
Raporda belirtmiştim, ama kısaca şöyle özetleyebilirim:

ABD, İran’a bölgesel istikrarı ilgilendiren belirli konularda doğrudan diyalog önermelidir. Bu, 11 Eylül saldırılarından sonraki on sekiz ay boyunca Tahran’la yürütülen Cenevre izleme müzakerelerinin yeniden başlatılmasını ve geliştirilmesini gerektirmektedir. Diyalog, Irak ve Afganistan’ın merkez hükümetleri içerisindeki otoriteyi sağlamlaştırma ve ekonomilerini tekrar inşa etme sürecine İran’ın yapıcı katılımını teşvik etmek üzerine yapılandırılmalıdır. İran’la düzenli bir temas ayrıca İran’ın faaliyetleri ve her iki ülkenin mücadele eden güç merkezleriyle ilişkisi hakkındaki endişelere yönelik bir kanal sağlayacaktır. Uzlaşma için daha önceki ABD yönetimlerinin önerdiği detaylı bir yol haritasına göz dikmek yerine, İran ile resmi bir diyalog belirlemek için yürütme organı daha basit bir mekanizma taslağı hazırlamayı düşünmelidir. ABD-İran ilişkisinin parametrelerini belirlemek, diyalog için amaçları oluşturmak ve her iki tarafta seçmenlere güvence vermek için Birleşik Devletler ve Çin arasında imzalanan 1972 Şangay Bildirisi doğrultusunda temel bir ilkeler bildirgesi geliştirilebilinir. Böyle bir bildirgeyi tasarlama çabaları yapıcı bir odak kazandıracak ve ciddi ancak aynı zamanda gerçekçi iki taraflı bir diyalog sağlayacaktır. Bu çabanın bir açmazla sonuçlanması, belirli konularda diyalog seçeneğini engellememelidir.

ABD, İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda ne yapmalı?

ABD, İran’ın nükleer programıyla başa çıkabilmek için Avrupa’daki müttefikleri ve Rusya ile yakın bir koordinasyon içerisinde bulunarak, daha odaklı bir strateji uygulamalıdır. İran, Ekim 2003’te verdiği tüm zenginleştirme ve tekrar işlemeyle ilgili faaliyetlerini askıya alma taahhüdünü yerine getirmek konusunda zorlanmalıdır. Bu askıya alma yürürlükteyken, Birleşik Devletler ve uluslararası topluluğun diğer üyeleri nükleer soruna daha kalıcı bir çözüm sunacak bir anlaşmanın çerçevesini çizmek için İran ile birlikte çalışmalıdır. Bu tür bir anlaşma, İran’ın uranyum zenginleştirme ve diğer yakıt atıklarını değerlendirme olanaklarından tamamen feragat etmesi ve nükleer programının barışçıl niyetini teyit etmesi amacıyla genişletilmiş bir teminat olan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun Ek Protokolü’nü onaylayacağı teminatını içermelidir. Bunun karşılığında ABD, İran’ın sivil nükleer programına yönelik itirazlarını kaldırmalı ve İran nükleer silah üretmeme vaadine bağlı kaldığı sürece, Tahran’ın nükleer güç reaktörleri için makul piyasa fiyatından yakıt alabileceğine dair çok uluslu teminatlara onay vermelidir. Anlaşma ayrıca her iki tarafı da, İran’ın Avrupa Birliği ile süregelen müzakerelere paralel bir diyalogla siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesi sözüyle bağlamalıdır.

Xxx

Brzezinski kimdir?

1928’de Polonya’da doğdu. Babası diplomat olduğu için Fransa, Almanya ve Kanada’da yetişti. McGill University’de siyaset bilimi dalında lisans, Harward’da yüksek lisans ve ardından Harward’da hocalık yaptı, Colombia Üniversitesi’nde komünist akımları inceleyen bir enstitüye (The New Institute on Communist Affairs) başkanlık etti. 1958’de Amerikan vatandaşı oldu. 60’lı yıllarda Kennedy ve Johnson’ın kadrolarına danışmanlık yaptı. Sovyetler’e yönelik sertlik yanlısı politikalarıyla sivrildi. Başkan Johnson’ın Doğu Avrupa’ya dönük ‘köprü’ siyasetinin mimarı da oydu. Johnson yönetiminin sonlarına doğru başkan yardımcısı Hubert Humphrey’in dış politika danışmanlığını yaptı. 1973’te, halen bile dünyayı yöneten en büyük gizli oluşumlardan biri olduğuna inanılan Trilateral Commission’un ilk yöneticisi oldu. Komisyonun üyelerinden biri de 1974’te başkanlık için aday olan Carter’dı. Nixon-Kissinger ikilisinin dış politika tarzını eleştiren Brzezinski, önce Carter’ın dış politika danışmanı, 1976’daki seçim zaferinin ardından da ulusal güvenlik danışmanı oldu. Amerika-Çin ilişkilerinin geliştirilmesinde ve Sovyetler’le nükleer silahların kontrol altına alınmasına dönük girişimlerde etkin oldu. 90’larda kaleme aldığı ‘Büyük Satranç Tahtası’ isimli eserinde dünyanın mevcut dengesi ve gelecekte olabilecekler hakkında ilginç ipuçları vermiş, daha o zamandan Amerika’nın Afganistan’ın bulunduğu bölgeye askerî yığınak yapması gerektiğini vurgulamıştı.

ASALA ve PKK ne zaman ortak eylem kararı almıştı?


Yayınladığı yeni kitabında PKK ve ASALA’nın 1980’li yıllarda aldıkları ortak eylem planının detaylarına yer veren Ercan Çitlioğlu, ayrıca ASALA’nın bitiriliş öyküsünün bilinen kahramanları hakkındaki kirli bilgileri de temize çekiyor. Terör uzmanı Çitlioğlu’nun, PKK’nın tasfiye sürecine girdiği yönündeki görüşleri ise son derece dikkat çekici.

Güçlü Özgan

ASALA, 70’li yılları sonu 80’lerin başında Türkiye’nin başındaki en ciddi belalardan bir tanesiydi. Tıpkı PKK’nın bugün olduğu gibi… Ama bu iki terör örgütünün geçmiş dönemde açık bir dayanışma içerisinde olduğu hatta Türkiye’ye karşı ortak eylem kararının altına imza attıkları çok az bilinen bir gerçek. Türkiye’nin terör konusunda sayılı uzman isimlerinden birisi olan Ercan Çitlioğlu’nun kaleme aldığı “Ölümcül Tahterevalli: Ermeni ve Kürt Sorunu” adlı kitapta kanı hedef alan bu iki örgütün ilişkisi kuşku götürmez delillerle ortaya konuluyor. Çitlioğlu’nun kitabında altı kalınca çizilmesi gereken bir bölüm daha var. Burada ise “ASALA’yı kim bitirdi” sorusu tüm önyargılardan uzak, çıplak gerçeklerle yanıtlanırken, Abdullah Çatlı’yı devşiren “MİT görevlisiyle” yapılan detaylı bir söyleşiye de yer veriliyor.

Ercan Çitlioğlu her iki örgütün iddia ve amaçları arasındaki benzerlikleri anlatırken şu bilgileri veriyor:

Her ikisi de Marksist ideolojiye sahip olduğunu gizleme gereğini duymayan ASALA ve PKK'nın, amaç ve söylemleri arasında -etnik ayrılıkları dışında- bir fark yok gibi.

İdeolojik birlikteliklerinin dışında ASALA ve PKK'nın iddia, istek ve amaçlarına bakıldığında bunların büyük ölçüde örtüştüğü görülüyor.

ASALA ve başka adlar altındaki Ermeni terör örgütlerinin iddia ve amaçları şöyle:

"1- Türkiye 'nin işgali altında olduğunu ileri sürdükleri ve Doğu ile Güneydoğu Anadolu'nun çok büyük bir bölümünü kapsayan topraklarının (anayurtlarının) Ermenilere geri verilmesi,

2- Türklerin 1915-1923 yılları arasında uyguladıkları ve 1.5 milyon masum Ermeni'nin hayatını kaybettiği soykırımı ve soykırım kurbanlarına karşı Türkiye'nin hukuki sorumluluklarının kabul etmesi,

3- Türkiye'de yaşayan Ermeni topluluğunun üzerindeki sosyal, kültürel ve siyasi baskıların sona erdirilmesi.

PKK ve yandaşı diğer kurumların iddia ve amaçları ise şöyle sıralanıyor:

"1- Türklerin işgali altında olduğu ileri sürülen Kürtlere ait bir bölüm toprakla (Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun, Botan ve Amed eyaletleri olarak adlandırılan bölümü), Suriye ve İran 'ın da işgalettiği Kürt topraklarının kurulacak bağımsız Kürdistan Devleti 'ne geri verilmesi,

2- Osmanlı döneminde Kürtlere uygulanan feodal ve militarist politikaları aynen sürdüren Türkiye Cumhuriyeti'nin, uyguladığı etnik kimliği yok etmeye yönelik baskıcı politikalarına son vermesi,

3- Türkiye'de yaşayan Kürtlere sosyal, siyasi ve kültürel haklar tanınması"

Her iki terör örgütünün amaçları ile Türkiye'den talepleri, ASALA 'nın 1915 'te yapıldığı ileri sürülen soykırımın tanınması dışında bütünüyle aynıdır. Üstelik Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu, hem ASALA hem de PKK tarafından Türkiye'den talep edilmekte.

ASALA, yeterli tabana sahip olmadığı için eylemlerini Anadolu'ya taşıyamadığını belirtmekte ve mücadelelerini Türk topraklarına yayabilmek için yeterli tabana sahip olan Kürtlerle işbirliği yapmaları gerekliliğini açıktan seslendirmekte.

Her iki örgüt de propagandalarına, anayurtlarının Türkler tarafından işgal edilmiş olmasını ve gerek Ermeniler gerek Kürtlerin siyasal, sosyal, kültürel haklarının kısıtlamalar altında bulunmasını temel almışlardır.

ASALA ve PKK'nın 1980'li yıllarda doruk noktasına ulaşan eylem grafiğine bakıldığında; Ermenilerin eylemlerini üçüncü ülkelerde yoğunlaştırarak davalarına ilgi çekme ve seslerini duyurma çabası içinde oldukları, PKK'nın ise sahip olduğu tabandan yararlanarak eylemlerini Türkiye içinde yoğunlaştırmasına yönelik taktik bir uygulama görülmekte.

Ortak eylem kararı…

Bu iki örgütü birbirine yaklaştıran ana unsurların, amaçlarındaki paralellikler olduğu görüşünü savunan Çitlioğlu, PKK ve ASALA’nın ortak eylem kararını almaları sürecini ise anlatırken şu bilgilere yer veriyor:

Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan ve Suriye’nin desteğini alan Ermeni ve Kürt örgütler arasında başlarda amaç benzerliği ile başlayan yakınlaşma sonradan eylem birliğine kadar uzanır. Her iki örgüt 8 Nisan 1980’de Lübnan’ın Sayda kentinde Marksist nitelikli bir örgüt olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin lideri olan Kudüslü Ortodoks bir aileden gelen George Habbaş’a bağlı silahlı gerillaların koruması altında bir araya gelirler. Burada bir deklarasyon imzalanır. Buna göre işgal altında olduğunu iddia ettikleri bölgelerdeki, Türk hedeflerine birlikte saldıracaklardır. Hatta daha da ileriye gidip, kurtarılacak topraklar üzerinde kurulacak yeni devlet de “Ermeni-Kürt federe devleti” adını taşıyacaktır.

Bakın bu deklarasyonun detayları istihbarat raporlarına nasıl yansıyordu:

"ASALA ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin düzenlediği toplantıya çağrılı basın mensuplarını, dar bir sokakta bulunan iki katlı binanın girişinde sarışın genç bir erkek karşılayarak, toplantının gerçekleşeceği üst kattan salona çıkarır. Sokağın girişi Habbas 'ın gerillaları tarafından kapatılmış, kimsenin geçişine izin verilmemektedir.

Salona giren gazetecilerin gözüne ilk olarak duvarlarda asılı Türkçe, Ermenice ve Kürtçe afişler çarpar. Afişlerde başı poşulu, havaya kaldırdığı sol kolunu yumruk yapmış bir genç, elinde tuttuğu Kalaşnikofu havaya kaldıran yüzü maskeli bir kişi göze çarpmakta, afişlerin altında 'direniş ve dayanışma' sözcükleri yer almaktadır.

Salonun penceresiz duvarının kenarında hazırlanan masada ikisi kadın 14 kişi oturmaktadır. İlk sözü, kendisini ASALA temsilcisi olarak tanıtan 30 yaşlarında, esmer bir kişi alır:

'... Savaşçılarımız çok yalan bir gelecekte Kürt savaşçılar ile yan yana geleceklerdir. Bu, faşist Türk rejimine karşı en büyük silahımız olacaktır. Biz, Tür1dye dışında iken 'Türk Ermenistanı kurtarmamız mümkün değildir.

Ermenistan 'ı, Kürt savaşçı kardeşlerimizle birlikte kurtaracağız ve çok yalanda varlığımızı işgal edilmiş Ermenistan'ın en iç noktalarında göstererek kanıtlayacağız. Bu, ASALA'nın atacağı gelecek adımdır...'

Bu söylev ve taktik açılımdan sonra PKK temsilcisi söz alır. Ancak Kürt olduğunu söyleyen bu kişi Kürtçe değil, Türkçe konuşmakta ve konuşması kendisini gazeteci olarak tanıtan Levon Yergenian adlı bir Ermeni tarafından İngilizceye çevrilmektedir.

Kürtçe değil Türkçe konuşmayı yeğleyen PKK temsilcisi, Kürdistan İşçi Partisi'nin 1975'te kurulduğunu ve 1978 yılında bugünkü adı altında eylemlerine başladığını, ilk eylemlerini 30 Mart 1980'de Mardin'de gerçekleştirdiklerini anlatır.

PKK temsilcisinin iddia ettiğine göre Mardin'de bir askeri konvoyu pusu ya düşürerek 30 askeri öldürmüşlerdir. (Böyle bir eylem olmamıştır.) Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ile aralarında bir benzerlik olmadığını özellikle vurgulayan temsilci, amaçlarının 'Türk Kürdistanı'nın bağımsızlığını sağlamak olduğunu belirtir.

PKK ve ASALA'nın, Sidon'da imzaladıkları, Türk hedeflerine karşı ortak eylem kararını içeren deklarasyonda ilginç olan, bu iki terörist kuruluşun Türkiye'nin işgali altında olduğunu ileri sürdükleri topraklarını kurtardıktan sonra, kuracakları devletin adı, yapısı ve sınırları üzerinde de anlaşmaya vardıklarının yer almasıdır.

Toplantının sonunda PKK ve ASALA temsilcileri, davalarına verdikleri destek için Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi 'ne teşekkür ederek, deklarasyonu imzalarlar... Rum-Ermeni-Kürt troykası bir kez daha sahnededir..."

PKK ve ASALA 'nın üzerinde anlaşmaya vardıkları devletin adı "Ermeni-Kürt Federe Devleti" olacak, Doğu Anadolu, federe devletin Ermeni sektöründe, Güneydoğu Anadolu ise Kürt sektöründe kalacaktır.84 Nitekim 5 Aralık 1981 'de, AKSA ile UASE arasında, Londra'da Imperial College'da düzenlenen "Ermeni-Kürt Devleti" konulu konferansta AKSA adına yapılan konuşmada da aynı görüşler dile getirilmiştir.

1981 yılında, Londra'da düzenlenen toplantıda Kürt ve Ermeni öğrenciler, gençliklerinden kaynaklanan duygusal bir yaklaşımla, aynı topraklar üzerinde hak iddia etmelerine bir çözüm üretmeye çalışırlarken, 1919 ve 1920'lerin gündeminde de yer alan aynı arayışların başarıya ulaşamadığını unutmuş görünüyorlardı.

ASALA ve PKK arasında ortak eylem deklarasyonunun açıklanmasından bir süre sonra, 7 Ağustos 1982'de, ASALA ilk kez Türk toprakları üzerinde bir eylem gerçekleştirir. Bazı radikal Filistinli örgütler ile Suriye'den yardım aldıkları sonradan açığa çıkarılan Levon Ekmekcian ve Zohrap Sarkisian adlı iki terörist, Ankara Esenboğa Havalimanı'na baskın düzenleyerek dış hatlar bekleme salonundaki yolcuların Üzerine bomba atıp otomatik silahlarla ateş açarlar. Olayda 9 kişi yaşamını yitirir, 72 kişi yaralanır. Sarkisian olay yerinde polis tarafından vurularak öldürülür. Sarkisian 'ı vuran Londra Büyükelçiliği’nde iki yıl koruma amirliği yapan, Esenboğa Havalimanı Emniyet Müdürü ve baskında kendisi de yaralanan Mehmet Kahya'dır.

Yaralı olarak yakalanan Ekmekcian yargılanır ve idam cezasına çarptırılır. Hüküm, 29 Ocak 1983'de Ankara'da infaz edilir.

ASALA sözcüsü Kaytzer dergisi, Levon Ekmekcian'ın idamını Şubat 1983 sayısında şöyle duyurur: "... Şimdi dünya kamuoyu, Türkiye 'nin faşist yapısını anlayarak, ezilmiş Ermeni ve Kürt halklarına, insanlık onurları ve temel haklarını yeniden kazanmaları için yardım etmelidir. Kahrolsun Türk Devleti ve onun NATO müttefikleri! Yaşasın Ermenistan ve Kürdistan halklarının ortak mücadelesi... "

Bu ortak eylem kararı, ASALA Militanlarının Kuzey Irak’taki PKK kamplarında aldıkları eğitimlerle hayata geçer. ASALA’nın, PKK ile işbirliğinin bir delili de merkezi Washington’da olan “Ermeni Halk Hareketi”nin 31 Mayıs 1983 tarihinde bir dergide yayınladığı mesajda gizlidir. Mesajda, ASALA militanlarının PKK’lılarla birlikte nasıl savaştıkları, Türkiye’nin Kuzey Irak’a düzenlediği bir harekatı kınamak amacıyla yayınlanan şu çarpıcı metinle anlatılmakta: “Faşist Türk saldırısının Kuzey Irak’ta başladığı andan şimdiye kadar 22 devrimcimizi kaybettik. Kuvvetlerimizin bir bölümü, Kürt devrimcilerle verdirmiştir…”

Kitapta bu örneklerin dışında, onlarca istihbari bilgiye yer veriliyor. Bunların hepsi dikkatle okunduğun PKK ve ASALA arasındaki organik bağ çok daha net şekilde ortaya çıkıyor.

Çitlioğlu, ASALA’nın Türk istihbaratı tarafından bitiriliş öyküsüyle ilgili bugüne kadar ortaya atılmış, kendi tanımlamasıyla bir çok kirli bilgiyi de temize çekiyor. Bazı efsaneleri bitirecek nitelikteki bu bilgiler. Örneğin Çatlı’yı MİT’e devşiren ve Mete olarak bilinen istihbaratçının bizzat Çitlioğlu’na anlattıkları son derece ilginç. Çatlı’nın böyle bir geçmişi olmadığı halde, ordudan ayrıldığını zannettiği için “albayım” olarak seslendiği Mete Bey, Çatlı’nın daha çok istihbarat ve lojistik anlamda değerlendirdiklerini söylüyor. Ayrıca, kendisiyle kurdukları ilişkide paranın hiçbir zaman konu edilmediğini, Çatlı’nın vatansever, ülkesine bağlı, saygılı birisi olduğunu da belirtiyor. Mete Bey’e göre Çatlı, bazı küçük operasyonlarda görev aldı ve başarılı da oldu.

Çitlioğlu’nun verdiği bilgilere göre, ASALA’nın özellikle Fransa’daki birkaç bombalama sonrasında bitirildiğini düşünmek büyük yanlışlık. Bitirici operasyon; Belçika, Hollanda, Avusturya, Almanya, Lübnan ve Yunanistan gibi ülkeleri de içine almıştır.

Bu bilgilerin ışığında sorularımızı yönelttiğimiz Ercan Çitlioğlu, sadece dünün değil bugünün terör olaylarını da değerlendirdi:

ASALA zannedildiği gibi adı bilinen kahramanlarca mı bitirildi?

Ercan Çitlioğlu: ASALA’nın ortadan kaldırılması sadece örtülü operasyonlara bağlı bir konu değil. Konjonktürün gereği olarak da ASALA kendisini tasfiye durumunda kaldı. Operasyonlar bu süreci hızlandırdı. Söz konusu operasyonları kimlerin gerçekleştirdiği konusunda bir bilgi kirliliğinin ya da spekülatif bilgilerin ortaya çıkmasındaki nedenlerden bir tanesi devlet kurumlarının yaptıkları operasyonları açıklama özgürlüğüne sahip olmamaları. Esasen bu operasyonların da açıklanmaması gerekir. Bu bahsettiğim boşluk ortamında kendilerine bir pay çıkarmak isteyenler veya kamuoyunda sansasyon yaratmak isteyenlere de bir anlamda meydanı açmış oluyorsunuz. Ortaya atılan bilgileri devlet olarak doğrulamak ya da yalanlamak olanağına da sahip olmuyorsunuz. Bu sürecin sonunda da ortada dolaşan kirli bilgiler bir süre sonra doğru olarak algılanıyor. Burada adı geçen kişiler de toplum tarafından kahraman olarak anılıyor.

Ermeni soykırımı konusunda sıkıştırılan Türkiye’nin karşısına ASALA gibi bir örgüt çıkar mı?

Önümüzdeki süreç içerisinde ASALA benzeri bir örgütlenmenin ortaya çıkabileceğine çok ihtimal vermiyorum. Çünkü ASALA’nın eylemlerini gerçekleştirdiği dönemle bugünkü süreç birbirinden çok farklı. O dönemde bağımsız bir Ermenistan yoktu. Dolayısıyla ASALA’nın mücadelesinin temelinde bağımsız bir Ermenistan’a ulaşmak ve işgal altında olduğunu iddia ettikleri toprakları geri almak gibi bir düşünce vardı. 1991 yılında Ermenistan kurulunca, ASALA’nın elinden bağımsız bir devlet argümanı çıkmış oldu. Siyasi amacı olan her terör örgütü siyasal amacını, ideolojisini şiddet eylemleri ile duyurduktan sonra olayı siyasal platforma aktarır. ASALA bunu yapmıştır. 1915 yılında Ermenilere karşı bir soykırım gerçekleştirildiği şeklindeki inanışın yayılmasını sağlamıştır. Türklerin böyle bir soykırım yaptıkları kanaatinin yerleşmesinden sonra herhangi bir terör eylemi gerçekleştirmeleri gerekmiyor.

Türkiye’nin bu konuda “arşivlerimizi açtık gelin beraber bakalım” demesi kendini anlatabilmesi için yeterli mi?

Ben bu yöntemin de yeterli olacağını zannetmiyorum. Ermeni soykırımı iddialarında gerçeklerle görüşlerin yer değiştirdiği bir süreci yaşıyoruz bugün. Gerçek, böyle bir soykırımın asla gerçekleşmediğidir. Ama dünya kamuoyundaki yaygın görüş bunun yapılmış olduğudur. Görüşlerin gerçeklik kazandığı bir süreç yaşandığı için siz çıplak gerçekleri açıklasanız bile dünya artık bunları kabul etmeye hazır değildir. Bu durumun değişeceğine de inanmıyorum. Çünkü Türkiye bu konuda kendini anlatmak için çok değerli bir 60 yılını pasif kalarak kaybetmiştir.

ASALA’yı yaratan etmenler ortadan kalksa da, benzer amaçları güden ve bir zamanlar eylem birliği yaptığı PKK varlığını sürdürüyor…

Uzun zamandır yakın bir gelecekte PKK’nın tasfiye edileceğini iddia ediyorum. Bana göre bu süreç başlamış durumda. ASALA ile PKK’yı karşılaştırdığımız zaman, ki bunların geçmişte imzaladıkları ortak eylem beyannameleri var, PKK’nın da ASALA gibi siyasi amaçları olan ve bunları gerçekleştirmek için şiddet kullanan bir terör örgütü olduğunu görüyoruz. 25 yıldır da şiddet kullanıyor. Ama artık Türkiye’nin 25 yıl önceki Türkiye olmadığını, bir de artık sorunun bir PKK değil Kürt sorunu olarak algılandığını düşündüğünüz zaman PKK’nın da yavaş yavaş şiddet kullanma yoluyla amaçlarına ulaşma misyonunun sona ermekte olduğunu görüyoruz. Çünkü siyasal amaçlı terör örgütlerinde şiddet amacı duyurmak için bir araçtır sadece. Bu noktada artık PKK’nın eylemlerini sürdürmemesi gerekiyor. Çünkü bunlar devam ettikçe olay hiçbir zaman bir Kürt sorunu aşamasına gelmeyecek, basit bir terör eylemi veya kampanyası olarak algılanacak. Bu nedenle ben önümüzdeki dönemde eylemlerin giderek azalacağını hatta PKK’nın silahlı kanadının tasfiye edileceğine inanıyorum. Bu süreçte PKK’nın siyasi düşüncesinin politik alanda daha fazla büyüyüp zemin kazanacağını düşünüyorum.

PKK amacına ulaştı mı sizce?

Türkiye’nin kendi iç sorunu olan Kürt sorunu, ki ben böyle bir sorun olmamasında rağmen böyle adlandırılıyor bunu sağlayan da PKK’dır, artık bu noktadan çıkıp uluslar arası bir sorun haline gelmiştir. Bu açıdan bakarsanız PKK’nın amacına ulaştığını söyleyebilirsiniz. 25 sene önce sadece terörden bahseden Türkiye bugün çözülmesi gereken bir Kürt sorunundan bahsediyorsa PKK’nın amacına ulaştığını kabul etmemiz gerekiyor. Bugün Türkiye’de kendi bayrağına sahip özerk bölgelerden söz edebiliyorsak, bu bölgelerin kendi doğal kaynaklarından pay alıp almamasını tartışıyorsak bunun üzerinde düşünmeliyiz.

Bahsettiğiniz tasfiye süreci nedeniyle mi, Meclis’teki DTP’li vekiller dışlanırken diğer bölge milletvekillerinin yıldızı parlıyor?

Kesinlikle doğru. PKK’nın son dönemde eylemlerinin artmasının Türkiye’nin içsel dinamikleriyle ilişkisi var. Son genel seçimlerde AKP’nin bölgede aldığı oy sayısı DTP’den daha fazla. Bugün AKP’de temsil edilen Kürt kökenli milletvekillerinin sayısı, DTP’nin meclise getirdiğinden çok daha fazla. Sayın Başbakan bu rakamın 75 olduğunu söylemişti.

Buradan şöyle bir sonuca varabiliyoruz: Türkiye’de aidiyetlerini Kürt olarak niteleyenlerin büyük bir çoğunluğu DTP’nin ayrılıkçı ve şiddete yatkın politikalarına destek vermekten ziyade bunun yasal bir zeminde, siyasi etik ve gerçeklere uygun olarak çözümlenmesinden yana bir tavır koydu. Bu süreçte PKK ve DTP giderek marjinal hale geldikleri için hırçınlıklarını yenemez bir konuma sürüklendiler.

Bunun etkileri ne olabilir?

Ben şu anda Türkiye’de özellikle bazı dış ülkelerin de yönlendirme ve çabalarıyla bir Kürt-İslam sentezinin gündeme getirilmek istendiğini ve böyle bir sentezin yaşama geçirildiğinin de işaretlerini görüyorum. Bana göre bu gelecek açısından son derece tehlikeli. Yazılı basının bir bölümünde bunun altyapısını oluşturmaya yönelik köşe yazılarına rastlamak mümkün. Bu yazılara baktığımızda etnik ayrılıkların, Müslümanlık gibi bir üst yapı altında bir araya getirilebileceğine ilişkin yaklaşımı görüyoruz. Toplumları temel taşı olan din ve etnisiteyi aynı çatı altında bir araya getirdiğiniz zaman bunun daha değişik ayrışmalara ya da model değişikliğine neden olabileceğini de dikkatlerden uzak tutmamak gerekir.

Bu projenin işleyip işlemeyeceğini nasıl anlayabiliriz?

Bu projenin işleyip işlemeyeceğini de yerel seçimlerde göreceğiz. Ben önümüzdeki seçimlerde DTP’nin elindeki belediyelerin yarısını kaybedeceğini düşünüyorum. Bunlar AKP tarafından kazanılacak. DTP bu nedenle giderek marjinalleşecek. Bunun farkında olan partinin kapatılmasını tetikleyecek bir süreci hızlandıracağını düşünüyorum.

Türkiye’nin Güneydoğusunda etnik aidiyet çok önemlidir. Ama orada bundan da önemli bir şey daha vardır İslam’a olan aidiyet. Danimarka ile yaşanan karikatür krizi sonrası yapılan gösterileri hatırlayın. O dönemdeki en gösterişlisi 80 bir kişinin katılımıyla Diyarbakır’da yapılmıştı. Bunun bölge insanının yönelimleri açısından çok ciddi bir gösterge olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Din kolaylıkla radikalize olabilecek bir motivasyonu sağlar. Etnik aidiyette benzer bir özelliğe sahiptir. Siz bu iki etmeni aynı çatı altına soktuğunuz zaman bu defa birleşen bu iki etmen altında bir araya geldiği çatıyı teslim alır. Yani bununla oynayanlar, bir süre sonra oynadıkları oyunun bir parçası haline gelebilirler. Oyunun sahibi de el değiştirir.



Ercan Çitlioğlu Kimdir?

Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı olan Çitlioğlu, Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü’nün yanı sıra Harp Akademileri Stratejik Araştırma Merkezi ve Milli Güvenlik Akademisi’nde planlı seminerler veriyor. TSK Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi’nde uzmanlık görevini sürdürmekte. Ayrıca Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde bir NATO kuruluşu olan Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nin Akademik Kurul Üyesi.